15.12.2010

bıyıklı

Radyolu saat çaldı, Bıyıklı Bey uyandı. Tüysüz kolu yün yorganı sarsarak çıktı, saate uzandı. Yetişemedi. Yastığın altında erik burnu sıkıntıyla oynadı. Odadan derin, hırıltılı bir nefes çekti. Titredi oda, duvarlar birbirine yanaştı, lekeleri perdelere bulaştı. Dolabın kapağı şaşkınlıkla yere düştü, kirli çoraplar yatağın altına sıvıştı. Neyse ki çektiği havayı tam zamanında bıraktı da, her şey eski haline kavuştu, oda odaya, kapı kapıya dönüştü. Radyoda sarışın şarkıcı olanlardan habersiz, terk ettiği âşığının ardından kıvrak nağmeler döktürüyordu. Sırıttı Osman, topuklardan yükselen tığ gibi bacaklar bıyığını burdu ama şarkıyı duyunca fena bozuldu.
    “Ulan daha sabahın körü be, tövbe tövbe...”

Dayanamadı, bir of çekti. öyle bir of ki, Bakkal Rüstem’in kamyoneti duysa beş senelik şanını kaldırımda bırakır, kaçardı. Acısı içinden, isyanı yüksek perdeden, öyle derinden bir “of”tu ki onunkisi, geceleyin çarşıya çıksa kuytu meyhanelerin efkârlı masalarında en ağır ağbiler güzelinden yer açardı. Oysa tam da sabah rüzgârı gelecek, açık kalan pencereden girecek, uykunun kokusunu yavaş yavaş silecekti. Ayak parmaklarını gıdıklayacak, oradan bıyıklarını dolaşıp kulağına üfleyecekti ki, odanın kıvamını görünce hevesi kaçtı. Kadife perdenin püskülüne takıldı kaldı rüzgâr.

Kalkası yoktu, gözlerini ovuşturdu. Çift kişilik yatağın on senelik köşesine yumuldu. Yanağında nevresimden patikalar oluşmuş, kenarına kır sakallar doluşmuştu. Alnının ovasında kara bir çalıydı kaşları, radyodan gelen sesle dalgalandı. “Önce şu kadını susturmalı, sonra da azıcık kestirmeli...” Kolaydı, alt tarafı saatin düğmesine bir hamle daha. Az önce aldığı yenilgiden mahcup, yüzükoyun yatan koluna baktı, “Ha gayret”. Sevindi kol, şükranla doğruldu. Bedenini gererek güç topladı, sesin kaynağına uzandı. Yok, yine olmayacak. İlla kalkacaksın Osman, annenin evlenince kullanasın diye komşulara diktirdiği ve bir sabah dürüp de kapına getirdiği yorganın altından çıkacaksın.

Yün yorganı döver gibi üstünden attı, komodinden iki parmak toz kalktı. Devrik göbeğinin üstünde büzüşmüş atletini düzeltti, itinayla belini topladı. Çizgili pijaması dizine çıkmış, akşam soğuğundan çoraplı yatmıştı. Doğruldu, çoraplarını sürüyerek ilerledi, aynanın karşısında durdu Osman. Sanki bütün yorgan tortop olmuş, boğazına konmuştu.
      “Al sana Bıyıklı Bey. ulan neren bey senin? Haline bak, löp löp et, pörtlek göz, dolma kol, çarpık bacak...”

Burnu çoktan kızarmış, son vuruşu bekliyordu.
      “Nalan seni ne yapsın?”

Deniz Yalım Kadıoğlu, 2010
Fotoğraf: domdeen

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder