26.01.2011

misafirin umduğu

öyle buldular onu. pencerenin pervazına bir kuş gibi tünemiş, bacaklarını kollarının arasına almış, boynunu saklar gibi içine çekmiş, iri gözlerini açmış bakarken. uzun parmakları dizlerinin üstünde usulca kıpırdıyordu. sanki dokunsalar kırılacak, incecik kemikleri toza karışacaktı.“rüzgâr gibi,” diye düşündü ilk misafir. oysa rüzgâr hareket demekti. “hayır,” dedi, “elin tutamadığı, gözün göremediği ama serinliği iliklere kadar hissedilen bir rüzgâr.” nedense ürktü, yaklaşamadı. ev sahibine hızlı bir bakış attı, en az onlar kadar şaşkındı.

temiz ve düzenliydi ev, iniş çıkışları olmayan, fazlalıksız hayatlardan bir kare. her şey öyle mükemmel bir uyum içindeydi ki, pencere kenarındaki duruşuyla o bile düzeni bozamıyordu. neredeyse varlığını unutturacak, sahipsiz bir berjer, ıssız bir masa ya da boş bir saksı gibi nesnelerin arasına karışacaktı. az kalmıştı, ama buldular işte.



“kapalı bir dükkân,” dedi ikinci misafir. içinden söylemişti bunları. “ışığı sönmüş, kepenkleri inmiş sanki.” oysa bu saatte dükkânlar açık olurdu. “hayır,” dedi, “içi boşalmış, işlevini yitirmiş, satacak hiçbir şeyi kalmamış bir dükkân gibi.” ağzı aralandı ama sessizliği bozamadı. onun yerine duvara yanaştı, tüm salonu görecek şekilde konumlandı.

odadaki her ayrıntı özenle planlanmıştı. yemek masasında el yapımı şamdanlar, yarılanmış mumlar, zarif kadehler, gümüş çatal ve bıçaklar, masa örtüsüyle aynı kumaştan, özenle katlanmış peçeteler. seçkin misafirlere keyifli saatler. “asil ve sade,” başka zaman olsa böyle derdi Görkem. bunlar, karısı ve elinin değdiği her şey için kullandığı sözcüklerdi. yine kadehler kalkacak, kahkahalar atılacak, son kadehte kusursuz ikramlara övgüler düzülecekti. ama bugün eksik olan bir şey vardı, asil ellerin sahibesi ve onun dillere destan gülümsemesi.

ilk koşan Görkem oldu. elleri havada, dokunmakla dokunmamak arasında gidip gelirken, fısıltıyla başlayıp son hecede yükselen kesik cümleler kuruyordu. bakışlarından uygunsuz anlara özgü bir tedirginlik geçiyor, meraklı gözler yüzünü yağmalıyordu. “aç kurtlar gibi,” diye düşündü, “anlatacak malzeme arıyorlar. rezil olduk. ne olur iyi bir sebebin olsun Handan. ne bileyim biri ölmüş olsun, ortada bir sebep olsun.”

ne konuşuyor ne de onlara bakıyordu. üzerinde kırık beyaz, tiril tiril, en sevdiği elbisesi. güler yüzlü, samimi, örnek ev sahibesi. susuyordu.
“hayatım, hadi konuş benimle. bak, misafirlerimiz de burada. bir şey mi oldu Handan?”
uykudan uyanmış gibi yavaşça başını çevirdi. ince telli, kahverengi saçları bir omzundan diğerine döküldü. göz çukurlarından odaya puslu bir hava doldu.
“bugün, aynaya bakarken fark ettim ki ben...” dedi ama devamını getiremedi.

“tam da gününde geldik...” böyle dedi içinden üçüncü misafir. beklenmedik durumları oldum olası sevmezdi. şimdiyse kapana kısılmış, krizin tam ortasına düşmüştü. yetmezmiş gibi mutfaktan gelen kokular da dikkatini dağıtıyordu. kekik, türlü baharat ve et, yanında... “Nazan’a giderim, daha yememiştir.” öbürlerine baktı, koltuk gibi hareketsiz, hiç olmadıkları kadar teklifsizdiler. elleri ceketinin cebinde sıkıntıyla kıpırdadı. arkasındaki büyük, ahşap kapıdan bir an önce çıkıp gitme umuduyla, öksürür gibi yaparak boğazını temizledi.
Deniz Yalım Kadıoğlu
Fotoğraf: Carlos Porto

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder