Şehre gelen herkesin metro üzerine düşünceleri aynı değil elbette. "Çok pis, hayatta binmem!" diyenler de bir hayli fazla. Doğruya doğru, pis. İlk haftalarda burnumun direğini kıran çişli koridorlardan geçerken, tüm o şık giyimli bay ve bayanların nasıl olup da burunlarını tutmadan yürüyebildiğine şaşırmıştım. Sonra anladım ki burundaki o direk gerçekten kırılıyor ve ardından ne ara sokaklarda, ne kafe-bar tuvaletlerinde ne de metro istasyonlarında bana mısın demiyorsun.
Bir de fareler var tabii. Bekleme koltuklarına, tutunma direklerine ay çok pis olduğu için elini süremeyenler, acaba gecenin son metrosunu ayaklarımızın dibinde oynayan minik farelerle beklediğimizi bilseler, tepkileri ne olurdu? Bir daha tokalaşmazdık herhalde. Benim içinse bu anlar bir nevi devir teslim töreni. Yaşam alanlarının devri. Üstelik en lüks restoranlarında bile bu dört ayaklı arkadaşların fink attığı ve garsonların tavırlarından bunun ilk defa karşılaşılan bir manzara olmadığının açıkça anlaşıldığı bir yerden bahsediyoruz. Fareli işte kardeşim bu şehir, "Ah ne romantik, ne estetik, Paris, benim şehrim!" diyorsan, fareleriyle seveceksin.
Beni harekete geçiren, "Metronun sergisi nasıl olur?" merakım oldu. Ne yalan söyleyeyim, güzel olmuş. Biletinizi görevliye gösterip de ilk adımı attığınızda kendinizi dev boyutta bir metro haritasıyla uzun, karanlık tüneller arasında bir yerde buluyorsunuz.
1900 yılında açılan Paris metrosu, bugün 300 istasyonuyla günde yaklaşık beş milyon yolcuya (şehir nüfusunun iki katı) hizmet veriyor. 202 km'lik demiryolunun yalnızca 16,6 km'lik bir kısmı açık havada (Altıncı hat tavsiyemdir, Seine Nehri'nin üzerinden, Eyfel manzaralı...)
En son Posta Müzesi'ne gittiğimde sergileme tekniğine gösterilen özene böyle bir hayranlık duymuştum. Bu tür sergilerde işin başka bir boyutu, çocuklar asla atlanmıyor. İki-üç çocuklu bir ailenin hafta sonunu bir AVM'de yeni bir yiyecek ya da giyecek "macerasıyla" geçirmek yerine müze gezebilmesi bizim için bir lüks, Fransızlar için "Ee, ne var bunda?" denecek kadar doğal. Hemen her köşede 111 yıllık metro sistemine dair küçük, hap bilgiler, eğlenceli mini-testler, oyunlar... Eh, gelmişken ben de oynadım biraz. Peki sergi boyunca çocuk ziyaretçilere hangi sevimli hayvan rehberlik ediyor dersiniz? (Neymiş, fareler bu şehrin bir gerçeğiymiş.)
Eski filmlerden içinde metro geçen sahneler, bütün günü küçücük kulübelerde geçiren kontrolörler, üçgen delikli bilet zımbası ve ilk metro treninin maketi sergide ilgimi en çok çekenler arasında yer aldı. O kadar geçmiş zaman nesnesinin arasında dolaşırken "40'lı yıllarda doğmuş bir parizyen olsaydım bu gezintinin benim için anlamı ne kadar farklı olurdu," diye düşünmeden de edemedim tabii.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder