30.04.2012

sol gözüm, meşe odunu ve alınan dersler


Bana ne olduğunu söyleyeyim. Yukarıdan sopa geldi. Döndüğümden beri ne kadar da sağlıklıyım, hop bugün arka arkaya iki derse girerim ki ben yogada, aman da içim ne dinginmiş su gibiyim, cildime bak yumuşacık tazecik, güzelleşmiş miyim ben yahu, derken... "Çat!" Al sana meşe odunu. Otur aşağı.

Meğer ben içimden kendimle övünür dururmuşum. Bir yanım safça, edindiği bilgiyi geliştirme ve yayma gayretindeyken, öbür yanım kendisini aynaların karşısından ayıramazmış. Canım egom, kim bilir daha kaç kere karşıma geçip dans edeceksin keyifle. Şimdi de zonklayan başımın içinde taklalar atıyorsundur, eminim.

Neyse, oldu bir kere. Zaman, kızıla çalan morumsu bir şişlik sahibi sol gözüm ve kırmızı beneklerimle -Sorup durmayın kardeşim, no photo, no photo!- oturup durum değerlendirmesi yapmanın zamanıdır.

Olaylar, daha doğrusu dersler şöyle başladı:

Ders -1: Beklenti geliştirmeyeceksin.

19 Nisan'da annemler geldi. Her ne kadar iki dünya tatlısı da "Olsun be kızım, biz sizi görmeye geldik," deyip dursa da, ilk gelişlerinde biri hasta, öteki yorgun olduğundan ben bu sefer her şey mükemmel olsun istiyordum. Her şey mükemmel olacak! Haftalardır kafamda dönüp duran cümle buydu, itiraf ediyorum. Böyle her sabah uzun, şahane kahvaltılar edelim, şaraplı peynirli piknikler yapalım parklarda bahçelerde, Seine kenarında dolaşalım pıtı pıtı... Azıcık da yanarız belki, bahar güneşi, fena mı olur? Tatillerini yapsınlar, hem bedenen hem de ruhen güzelce bir tazelensinler...

Ne mi oldu? Paris'e kış geldi. Dondurucu rüzgar altında ters dönen şemsiyelerimizi açmaya çalışa çalışa birkaç yürüyüş yaptık. Arada yağmursuz, hoş adımlarımız da oldu tabii. Yanlış anlaşılmasın, ikisi de hiç şikayet etmediler. Benim motivasyonum biraz düştü çünkü: Kafamda böyle canlandırmamıştım, o yüzden de elimdekiyle yetinemiyordum! Bu tür durumlar size bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

Yine de biz "havaya inat" güzelce geziyorduk ki ağrılar başladı...


Ders -2: Bedenini dinleyeceksin.

Bu bir hafta boyunca yoga derslerine gitmek istemediğimden sabah onlardan bir saat kadar önce kalkıp kendi kendime çalışıyordum. Ama bir süredir de kaslarımın giderek daha gergin (İngilizce "stiff" sözcüğünü nasıl daha başka nasıl ifade edebilirim, bilen varsa bir yardım lütfen!) olduğunu fark ediyordum. Hele sabahları! İki omzum, bacaklarım, ayak bileklerim bile acıyordu resmen. Neredeyse yarım saatlik ısınma egzersizlerine rağmen. "Ben ne zaman esnek bir yogi olacağım!" derken isyanım sevgili bedenime değildi elbet, nankör değiliz o kadar ama işte moralimi bozuyordu bu acı ve ağrılar.

Biraz daha, biraz daha zorladım kendimi, her zorlayışta daha da gerilediğimi hissettim...

Ders - 3: Olanı kabulleneceksin.

Bu arada geceleri uyanıp tişört değiştirecek kadar terliyordum ama gündüzleri ateşim yoktu. Üst üste birkaç sabah dayak yemiş gibi uyanıp, artık "İyiyim ben, iyi!" demek işe yaramayınca "Galiba," dedim "ters giden bir şeyler var." (Ağrı eşiğimin oldukça yüksek olduğunu söylemiş miydim?) İlk defa da o gün gündüz vakti ateşim 39'a vardı. Gece hem ateş hem de ağrılar yükselince acil yolu göründü. Bir kere de randevulu gitsem şu hastaneye içim yanmayacak. Bu sefer giymesi çıkarması kolay bir kıyafet seçtim. (Evet, 39,6 derece ateşle bunu düşünüyorum.) Sahi Türkiye'de biz bu kadar soyunuyor muyuz hastanede? Burada "Sol kolum biraz karıncalanıyor sabahları," desen yanıt: "Soyunun lütfen!"

Yanılmıyorsam yedi tüp kanımı alıp gitti hemşire. Beklerken muayene masasında, beyaz ışık altında, üstümde o boyundan bağlanan önlükümsü şey ve ayaklarımda kahverengi çoraplarla güzelce uyumuşum. Demek ki neymiş, yatağımı yadırgamam derken abartmıyormuşum. Sonra acil doktor bey geldi. Çok tatlı, yaşlı, gözlüklü bir adam, yüzünü yüzüme yaklaştırıp hiçbir şey bulamadıklarını, bu yüzden de antibiyotik neyin veremeyeceğini yarın ultrason çektirmemin pek yerinde olacağını tane tane anlattı. Bir de üstüne masal anlatsa dinler, gene uyurdum.

Ultrasondan beş saat önce hiçbir şey yiyip içmemek gerekiyormuş. Bu ismi koyulamayan hastalığın beni tek mutlu eden tarafı iştahımı kapatmamasıydı. Ama ultrason sırası beklediğim dakikalarda bu konu tek mutsuzluğum oldu. Yükselen ateşim ve belirsiz durumum süredursun, ben evden yanımda getirdiğim ve arabada bıraktığım -e tabii kokmasın şimdi buralarda- börecikleri ne zaman yiyebileceğimi düşünüyordum. Ultrasonda doktor bey uzun uzun her yanımı inceledi. Uzun sürünce insan "Kesin bir şey buldu da ona bakıyor," diye şüpheleniyor. Ama hiçbir şeycik bulamadı. Peki ben ne yapayım, deyince, doktorunuzu yeniden görün, dedi. Baktık vakit akşam olmuş, acilden başka gidecek yer yok... Ertesi gün de hafta sonu... Gittik yine. Ateş 40'a yaklaşmakta, ben hala açım çünkü orada tahlil mahlil gerekirse diye hemşire bana "Biraz daha dayanın," dedi. Ben de bunun üzerine çantamdaki bisküviden azıcık dişlediğimi söylememeye karar verdim. Ne demiş Dr. House, "Everybody lies." Al sana ayaklı örnek.


Acilde bekledik ve bekledik... Karşımda M&M yiyen hasta yakınlarına buradan teessüflerimi iletirim. Yiyen var yiyemeyen var, değil mi? Amerikan Hastanesi'nin acil servisi öyle acil görünen tiplerden çok pimpirikli yabancıların oturma odasını andırıyor. Ben dahil. Bunu da elinde dosyamla gelen bu seferki çok cool acil doktorun ağzındaki sakızla ahenk içinde "Siz dün de gelmişsiniz, niye geldiniz ki gene?" demesinden anladım. Dizilere yakışırdı bu doktor, kendisi zaten former head of the emergency service imiş, duruşundan sezmiştim. Müthiş İngilizcesi ve naneli sakızıyla, espirili anlarda hafifçe göz kırparak yüksek ateşin virüslerle savaşmak için muntazam bir şey olduğunu, antibiyotiklik bir durumum olmadığını, ancak ve ancak (bunun altını böyle çizdi gerçekten) yeni bir semptom görürsem bir iç hastalıklar uzmanından randevu almam gerekeceğini söyledi. Yoksa 3-4 gün otur evinde, lazımsa ateş düşürücünü iç, bekle. Çocuk hastalıklarından birini geçiriyor olabilirmişim. Ama kesin bir şey diyemezmiş.

Şimdi giyinebilir ve gidebilirsiniz. Kapiş?

Oysa sevgili ülkemde öyle midir? Gık desen kucak kucak ilacı, antibiyotiği diziverirler. Burada ise tam tersi, bedenin kendisi savaşsın diye bırakıyorlar. Ben de güveniyorum sevgili bedenime.

Bu ikinci doktor cool bey, bana hasta olduğumu kalbullenmem gerektiğini ve buna direnmenin, mızıklanmanın kendimi daha kötü hissetmekten başka bir şeye yaramayacağını gösterdi. Böyle demedi ama o son göz kırpış vardı ya, işte o kırpışla aydınlanıverdim ben.

Nedir dersimiz, söyleyeyim: Öyle her sabah gözünü açar açmaz mıyır mıyır gözüm daha mı çok şişti acaba, mıyır mıyır bu benekler ne böyle, mıyır da mıyır neden bunlar benim başıma geldi ki şimdi, demek, deyip de tüm ev halkının moralini bozmak yok. Bu da böyle bir şey işte, izin ver atlatsın bedenin. Ona yardımcı ol, köstek olma. Kendini kurban konumuna getirme, kendi kendine acıyıp durma, söylenme, şikayet etme. Ne diyordun hani, tarafsız göz ol, "Gören" ol, izle. Bak bakalım, aslında neler oluyor?

Ders - 4:  "In every circumstances, be a yogi." 

Ne demiş Krishna Arjuna'ya: Her durumda/koşulda bir yogi ol. Ortada olup biten bir şey yokken dengeden, dinginlikten, tarafsızlıktan bahsetmek kolay. Al buyur bakalım, bir yanda ismi bulunamayan ateşli, ağrılı, şiş gözlü, şiş lenf bezli ve benekli bir hastalık. Öbür yanda senin yüzünden Paris seyahatlerinin iki-üç gününü evde  geçirmek zorunda kalan dünya tatlısı bir anne-baba. Üstelik televizyon kullanılmayan bir evde. Sanırım on günde üçer kitap bitirdiler.

Ama Muhteşem Yüzyıl'ın kaçırılan bölümlerini güzelce izledik ailecek. Bir de hastayken izlenebilecek en şahane dizilerden biri olduğuna inandığım Leyla ile Mecnun'a sardık. Bu kısımlarından çok keyif aldım ben. Nasıl da güldüm ateşli ateşli (gerçek anlamda). Canım çok çekirdek çekti o dakikalarda ama hasta kaprisi yapıyormuşçasına kimseleri Türk Bakkal yollarına düşürmek istemedim. Bir dahakine çekirdek ve Çamlıca gazoz eşliğinde izlemek isterim, biline! Şekerim ne komik ve absürt bir diziymiş o öyle. Konuşan kırlent, ak sakallı dede, minik kraliçe, aşık vazolar mazolar...

Son nokta ise hastaneden döndüğüm gece Google'da yapılan birkaç hastalık belirtisi aramasını fark etmem oldu. İşte buna moralim fena bozuldu. Aman canım, unuttum gitti...

Tabii bu arada benim yüzümden sıkıldılar, üzüldüler, paniklediler, hem de gezemediler, göremediler diye öyle canımı sıktım ki gereksiz yere öfkelenmeye, homurdanmaya başladım. Bence bu benekler de bu stresten çıktı. Hem kendi hastalığımı yaşayamadım, hem de huysuzluğumla onları daha da üzdüm.

Neymiş, önce kendini mutlu etmezsen kimseciklere bir faydan dokunmazmış şu hayatta. 75 metrekarelik evde aldığın bu dersi al, uygula tüm dünyada.

Ders - 5: Yoga is perfection in action. Benim durumumda tercümesi: Hastasın diye bir köşede oturup mızıldanmayacaksın.

Geçen gün çok sevgili Hintli arkadaşım Mahendra nasılsın diye sorunca anlattım işte yüksek mi yüksek ateşim var oram ağrıyor buram da sızlıyor... Yanıtı şöyle oldu: "Demek ki Tanrı bir süre evde oturup kendine vakit ayırmanı istiyor. Enjoy your sickness!"

Tanrı ile neyi kastettiğini çok iyi anladığımdan öyle hafif hissettim ki bir anda, içim ferahlayıverdi. Çok seviyorum işte ben bu felsefeyi. Hasta mısın, bu da bir "an", farkına var, yaşa.

Hem kim bilir, belki de kendi kendimi ben hasta ettim. (İşte başına gelen aksilikler için sorabileceğin küçük bir soru: Aslında bunu yaşamayı istemiş olabilir misin? Belki de buna ihtiyacın vardı!)

Uzun lafın kısası, ben bu beş dersin hiçbirinden geçemedim. Üstelik henüz anlatmadığım ve geçemediğim birkaç tane daha var. Ama yine de pek mutluyum. Çünkü son dersten geçtim: Yaşananlardan ders çıkarmak.

Şimdi yastık, kitap ve yazı kombinasyonlarından oluşan beş güzel gün beni bekliyor. Zira evden çıkmam yasak. Bulaşıcı olabilirim.

Ama önce devam eden baş ağrım için Mahasir mudrayı deneyeyim diyorum. Normalde baş ağrısı nedir bilmeyen bir kişi olarak bundan güzel fırsat bulamam. Pencereleri de açayım güzelce, dolsun odalara bahar havası...

6 yorum:

  1. Cok gecmis olsun.. Harika ve samimi bir yazi olmus Deniz.

    YanıtlaSil
  2. Hay allah Deniz'cim, cok gecmis olsun! Annenler yine gelir, ona uzulme...
    Yazi her zamanki gibi super! Ellerine saglik.

    Sevil

    YanıtlaSil
  3. Canım daha ıyısındır umarım. Iyıleştın mı?

    YanıtlaSil
  4. turp gibiyim. ne demekse:)

    YanıtlaSil