16.11.2012

kıvrık burunlar müessesesi


Evet, var böyle bir müessese. Hepimizin ucundan kıyısından üye olduğu. 

Geçenlerde arkadaşlarla toplanmış yemek yiyoruz. Mekan güzel, yemekler leziz, üstelik mecburiyetten değil birlikte iyi vakit geçirmek istediğimiz için toplanmışız. Bundan daha keyifli bir ortam olabilir mi? 

Sohbetlerin biri bitip öbürü başlarken, bir an geri çekildim ve neşeli masamıza dışarıdan baktım. Konuşulanların yarıdan fazlası olumsuzluklardan ibaretti. Biri sevmediği patronunun "zevksiz" giyim tarzından bahsediyordu örneğin, öteki daha önce gittiği bir restoranın havasızlığından, bir başkası geçen kışın ne kadar kötü geçtiğinden, bunaltıcı yaz sıcaklarından...

Birbirimizi uzun süredir görmemiştik ve konu, geçen zaman zarfında yaptıklarımıza geldi. Yazıp çizdiklerimden, yogadan konuşurken Hindistan'dan laf açıldı. Neler yaşadığımı çok merak ediyorlardı. Tam nereden başlasam diye küçücük bir an duraksamışken ilk soruyu duydum:

"Çok pis miydi?"

Aslında ben, Hindistan'da öğrendiğim en güzel şeylerden birinin "Zehirleme, besle!" ilkesi olduğunu anlattığım bir giriş yapacaktım. Oysa sohbet birden ülkenin o kadar da pis olmadığına, hatta pek çok kişinin hayran olduğu Paris sokaklarının belki daha fazla mikrop barındırabileceğine, odalarımızı, yoga salonunu, mutfağımızı kendimiz temizlediğimize... kaydı. En son, "Gittim, orada yaşayanlara baktım, herkes çok mutlu ve sağlıklı görünüyordu. Ben neden mutlu olmayayım, dedim ve orada hayatımın en dolu, en huzurlu altmış gününü geçirdim," dedim. Başka da bir şey söylemek, o sırada içimden gelmedi.

Son birkaç yıldır çevremde pek çok arkadaşımın önemli kişisel dönüşümler yaşadığına şahit oluyorum. Bunlardan bir kısmı bu dönüşümü yalnızca kendine odaklanarak yaşıyor. Ne kendini daha önde (!) olanlarla kıyaslayıp telaşa düşüyor, ne de geride bıraktıklarına bakıp burun kıvırıyor. Yalnızca attığı adımlara, kendi varlığına, gelişmesine, iyileşmesine bakıyor. 

Her şey tersiyle var olmaz mı, bunun da tersi var elbet. Bazısı da kişisel gelişimini, gelişmeyenlerden (!) şikayet ederek, bir türlü anlaşılamadığından yakınarak, gerçekleştirdiği kendisine göre özel işleri vurgulayıp -ona göre- sıradan olanı dışlayarak yaşıyor.

Bir dostum bunu tek sözcükle özetlemişti: Kibir. Gelişimin önünü tıkayan, aydınlığa gölge saçan, güzeli çirkinleştiren kibir.

Diyelim ki pastel boyayla resim yapıyorsun, işin bu yani, yıllarını vermişsin pastelde uzmanlaşmaya. Sonra bir gün o da ne, yağlı boyayla tanışıyorsun. Meğer doğru yol buymuş, hakikat yağlı boyadaymış, diyorsun. Ne güzel. Büyük bir mutlulukla başlıyorsun yağlı boyayla tablolar yapmaya. Başlangıçta biraz zorlanıyorsun ama kararlı ve  disiplinli bir öğrenci olarak adım adım ilerlediğini fark ediyorsun. İlerledikçe kendine güvenin artıyor. Acaba biraz da boyun mu uzuyor çünkü pastel boyalı arkadaşlarına sanki artık biraz daha yukarıdan bakıyorsun. Sonra zaman geçiyor. Yağlı boyayı öve öve bitiremiyorsun. "Daha önce aklım neredeymiş?" diye düşünüyorsun hep. Pastel boya kullananlarla görüşmek bile istemiyorsun, girdiğin her ortamda pastelle ilgili her şeyi eleştiri yağmuruna tutuyorsun. Belki gerçekten yağlı boya daha iyi, güzel bir yoldu ama sen, kendi dilinden akanla, kibrinle o yolu tıkıyorsun. Farkında değilsin.

Bu sabah yoga dersinde hoca "güzeli çoğaltmak"tan bahssetti. Kısacık, bir cümle içinde geçti. Uzunca bir süredir dikkat ve özenle hayatıma geçirmeye çalıştığım şey olduğundan, hop! diye içime işleyiverdi. 

Bir dene. Günlük hayatta durmaksızın sevmediklerinden, beğenmediklerinden, onaylamadıklarından bahsederek bunları arttırmaktansa, konuşmalarında, davranışlarında, düşüncende ve bakışında güzel olana, iyi olana odaklan. Pasiflik ya da edilgenlikten bahsetmiyorum. Homurdanmak, hor görmek, şikayet etmek bir meziyet değil de, hem kendine hem de çevrendekilere uyguladığın yıpratıcı bir eylem, şiddetin bir başka türü olabilir. Bir de bu açıdan bak. Oturduğun yerden etraftaki kusurları işaret ederek tükettiğin enerjini iyi olanı çoğaltmak için kullanmayı dene. 

Bu, bir tür iç temizliği diyelim. Belki içinde başlar, dış dünyana yayılır, derken bir de bakmışsın çevrendekiler değişmiş, iyileşmiş, sonra onların çevresindekiler... Herkes kendi kapısının önünü süpürse, düşünsene dünya ne tatlı bir yer haline gelir.

Uzun lafın kısası, bir süre önce "Kıvrık Burunlar Müessesi"nden üyeliğimin iptalini talep ettim. Arada bir başımı uzatıp camdan içeri bakıyorum da, yüzüne gözüne çamur bulaşmış onca insan, ne kendilerini ne de birbirlerini gerçekten göremezken ne konuşuyorlar, merak ediyorum. Tam o sırada dilimdeki zehir tadı yüzümü ekşitiyor, çamuru düşündükçe çamura bulanıyorum.

İptal talebim mi, henüz yanıt gelmedi. Müesseseye girmesi kolay ama çıkmak öyle hemen olmuyor. Sabırlıyım, üzerimde çalışıyorum:)
Fotoğraf: vorakorn

10 yorum:

  1. Buruk bir gülümsemeyle okudum yazını. Son zamanlarda biraz dertli olduğum bir konunun üzerine gelmiş olmasından olsa gerek bu burukluk.

    Ben de hayatı son iki senede çok köklü, derinden değişikliklerden geçen biriyim. Hayatımı paylaşmayı planladığım insandan, mesleğime, yaşadığım evden şehrime varana kadar ama çok daha önemlisi içsel pek çok değişimden, dönüşümden geçiyorum. Uzun vadede çok rahatlatan sonuçları/getirileri olsa da nasıl zor bunca değişiklik. Bazen altından kalkması hakikaten sağlam omuzlar gerektiriyor. Lakin mizaç mıdır, sonradan kazanım mı bilmem hep iyi olanı, bardağın dolu tarafını görmeye meyilli bir yapım oldu. Çünkü bana sorarsan elbet bazı istisnalar hariç herkesin yaşamında bardağın dolu tarafı mevcut. Görmek istersen boş yanı olduğunu gibi.

    Sosyal medyayı ben de sıklıkla kullanan biriyim malum. Blog, facebook, twitter... Hepimizin olduğu gibi ben de bir şekilde kendimi paylaşıyorum bu mecralarda, kimine göre daha az, kimine göre daha çok oranda. Dünyada ve kendi yaşamımdaki güzel, ışıltılı olan şeyleri, gördüğüm güzel bir fotoğraf karesini, bir kahve fincanını, beni delip geçen satırları, filmleri... Dünyada kötü olan, yaralayan, üzen o kadar çok şey var ki, ben negatiften ziyade kendi gözümden gördüğüm keyif verici şeyleri paylaşmayı tercih ediyorum. Galiba önce kendi yaşam enerjimi dik tutma çabamdan, sonra da etrafımdakileri. BU bir misyon değil, yanlış anlama. Sadece böyleyimdir, hayatımda hiç bir zaman negatiften beslenmedim.

    Lakin son zamanlarda biraz yorulduğumu hissediyorum. Tanıyan tanımayan çevremden gelen ne şanslısın yorumlarından, her paylaştığım güzel bir kareden sonra "nazar değer tabi, yeter artık paylaşma, yazma, çizme" yorumlarından... Ve kısa bir süredir kendimde şunu farkettim ki, hayatımdaki sorunları dillendirme ihtiyacı hissediyorum. Yani bakın mesela benim de parayla ilgili sorunlarım var, bakın mesela babam hasta üç gündür hastanede başındayız, evet aşçılık yapıyorum ama bu meslek sizin sandığınız gibi "hadi eller havaya hep birlikte yemek yapıyoruz" gibi sorunsuz ve hep keyifle yapılan bir meslek değil falan filan...

    Öyle bir his var ki üzerimde şikayet etsem rahatlayacağım sanki. Daha doğrusu çevre rahat bırakacak. Biraz frene basmaya karar verdim kendimi paylaşmak konusunda mesela. Ne kadar başarırım bilmiyorum çünkü bir taraftan da bu benim. bir tane bile içimden gelmeden yazılmış blog yazım yok. yapmam yapamam. 2008'den beri yazdığım blog sayfamda neler neler var halbuki. Acı tatlı ne anlar, ne anılar... Geçirdiğim en sancılı günlerin izdüşümleri... Son altı aydır Datça'ya geldiğimden beri yazdıklarımı okuyanlar herşeyin bir peri masalı olduğu hissiyatında. Geçenlerde bir mail okudum "bana hikayenizi anlatır mısın" diyor. Yıldızlı gelmiş dışardan çok incelemeden gördüğü, aşçılık yapmaya karar verip herşeyi geride bırakarak Datça'ya yerleşen kadın hikayesi, bana hikayeni anlatır mısın diyor. Ne denir? Bu kadar kolay mı bir mailde bana hikayeni anlatır mısın dendi diye insanın hikayesini anlatması denir mi? Hala cevap yazmadım, öylece bekliyor mail:) Neyse konu bu değil. Bu yorum biraz iç dökmesi gibi oldu, öyle kabul et lütfen:) Velhasıl bence sen zaten o müessesenin pek de daimi üyesi değilsin gibi, o yüzden ayrılışın da çok sancılı olmaz bana sorarsan:) Sevgiler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Geçen gün "Ne tuhaf..." diyordum kendi kendime, son yıllarda dünyama giren insanlara bakarak, çoğunun yüzünü bile görmedim oysa. "İyi ki varlar," dedim sonra, biliyor musun, seni de katarak:)

      Güzelliklerden bahsetmek ya sıkıcı geliyor ya da bu, örneğin senin gibi "her şeyini bırakıp Datçalara yerleşmiş" birinin hakkıymış gibi görülüyor. Eminim senin paylaştığın, insanın içini ısıtan yazılara, fotoğraflara bakıp, önce iç geçirip sonra da "E tabii o Datça'da ama" diye kendisini rahatlatan pek çok kişi olmuştur. Sanki bir film kahramanı gibisindir kiminin gözünde, gerçek olduğuna inansa o zaman kendine şu soruyu yöneltmesi gerekecektir çünkü: "Ben neden hayatımdaki güzellikleri görmüyorum, konuşmuyorum, çoğaltmıyorum?"

      Hiçbir şeyin peri masalı olmadığını tahmin edebiliyorum. Ama içinden iyi olanı, neşeli olanı paylaşmak geliyorsa, paylaşmaktan vazgeçmemelisin diye hissediyorum. Bardağın dolu tarafını görebilmek kadar güzel bir şey olabilir mi şu hayatta?

      Hindistan'dan döndüğümde içim kıpır kıpırdı, yazılarla, fotoğraflarla paylaşıp duruyordum hissettiklerimi, gördüklerimi. Sonra bir arkadaşım dedi ki "Bence bu kadar paylaşma, bunlar senin enerjini düşürür." Biliyor musun, enerjimi düşürmese bile sarsan tek şey onun bu sözü oldu. Biliyorum, iyiliğimi düşünerek, güzel bir niyetle söylemişti ama içim o kadar huzurlu ve dinginken neden böyle büyük, ağır bir lafı sohbetimize katma ihtiyacı duymuştu ki? Sonra, bunun biz insanların bir alışkanlığı olduğunu fark ettim. Olumsuzu anmadan yapamıyoruz. Sadece iyi olanla yetinemiyoruz bir türlü.

      Benim için endişelenmesine gerek olmadığın söyledim ve deneyimlediğim, fark ettiğim iyi şeyleri yazmaya devam ettim, ediyorum. Enerjim dersen... Bu dönemde enerjimin ya da mutluluğumun benim dışımda hiçbir şeye bağlı olmadığını yaşayarak öğrendim.

      Senin de söylediğin gibi bu bir misyon değil. Ama düşünsene, blogunda yayımladığın güneşli bir günün fotoğrafı örneğin, güne içi karanlık başlamış birine umut olacaksa, bir başkasına ilham verecekse, neden olmasın?

      Datça'ya yerleştiğin için olmasa da, gözünün ve kalbinin açıklığı için çok şanslısın:) Blogunu içtenlikle okuyan herkes gördüğün güzellikler kadar seni bu noktaya getiren ve getirmekte olan her sancılı güne, her zorluğa da aynı açık kalple yaklaştığını anlayacaktır diye düşünüyorum. Ben öyle hissetmiştim:)

      Çok teşekkür ederim yorumun için! Umarım bir gün tanışırız da... Sevgiler!

      Sil
  2. Bunu yapmaya çalışıyorum - güzel ve iyi olanı çoğaltmaya ve paylaşmaya. yüzde yüz başarılı olamıyorum her zaman. Bazen kendimi yakınırken yakalıyorum. Ama şunu farkettim ki sadece denemek bile insanın hayatında çok şey değiştiriyor. Bir kere düşünce sistemin değişmeye başlıyor. Şu anda hayatımın en mutlu günlerini yaşadığımı söyleyebilirim. Ve henüz bu müesseseden çıkamadım bile:))) Ama çalışıyorum vebunu hergün hergün düşünüyorum. Heşeyin çok güzel olacağını biliyorum:) Ayrıca seni çok seviyorum. İyi ki varsın.

    YanıtlaSil
  3. Sen de varsın iyi ki! :) Arada yakınmak vs. çok doğal bence de. Ama asıl önemlisi bunu yaparken kendini görebiliyor olman. Birçok şey yalnızca kendini izleyerek çözüme ulaşıveriyor, kendiliğinden. O yüzden tetikte olmaya, anda kalmaya, hep ilk defa yapıyormuş gibi denemeye devam :-)

    YanıtlaSil
  4. Çok güzel olmuş bu yazı.
    Sen düşünürsün, birileri yazar. Tıpkı senin yukarıdaki yazın gibi.
    İşte bu dersin.
    İşte bu.

    YanıtlaSil
  5. Çok teşekkür ederim...

    YanıtlaSil
  6. Sen degisirsen dünya değişir, cevren değişir, sen yine degisirsin...

    YanıtlaSil
  7. Deniz.. loved reading it. I am back on your blog :-)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hey Mahendra! Happy happy to see you here again, thank you! :-)

      Sil