8.05.2013

ölümlü dünyanın ölümsüz bilgeleri: kaplumbağalar


İki taneydi kaplumbağalar. Sıcaktan önce yola çıkmışlardı. Yürümüşler yürümüşler, düzlüğün ucundan ortasına gelmişler, belki yüz metre “yol” almışlardı. Biri kesilip kalmıştı sonunda. Öteki geçip gitmişti. 
Hâlâ gidiyordu. 
Dayanıklı, gayretli, yaşlı bir kaplumbağaydı. Kurumuş teknesinden boynunu uzata uzata yürüyordu. Altında yanan toprağa, güneşe, ateşe dayanarak yürüyordu. Sanki kıracın köşesine sıkışıp kalmış bir parça serinliği bulmağa gidiyordu. Ya bulacak, ya Tozak kırını bırakacaktı. Dünyanın bol otlu, gölgeli bir yerini mutlaka bulacaktı. Serin bir yere varacaktı. 
Sabırla yürüyordu. 
Koca zaman dört yanını sarmıştı. Ayakları harlı bir ateşe basmış gibi yanıyordu. Ama kararlıydı. Yürüyüp kıracı geçecek, başladığı işi bitirecekti. 
Bitiremezse ölecekti. *


Fakir Baykurt “Kaplumbağalar” isimli romanında Kızılırmak’ın az ilerisinde, suya ve yeşile hasret yaşayan Tozak köylülerini anlatır. Yıllardır su yüzü görmemiş toprakları üzüm bağına çevirmek için canla başla çalışan köylülerin, en çok da Kır Abbas’ın gayretkeşliğinde, Baykurt’un sesiyle adım adım izlediğimiz yaşlı kaplumbağayı görürüz. Güneşten kavrulan toprağa vurulan her kazma, köyün tozlu yollarında kabuğu yana yana yürüyen kaplumbağanın sabrından izler taşır.

Benim gördüğüm kaplumbağalarsa Baykurt’unkilerin tersine hep serin, yemyeşil yollarda karşıma çıkmıştır. Kabukları güneşten yanmaz belki ama ağırbaşlı adımları ortaktır. Bu yavaş hayvanlara bakıp da “zamana meydan okuyan” diyebilir pek çok kişi ama ben susuyorum çünkü bu tam bir insan uydurmasıdır. Zamanla bir alıp veremediği yoktur ki bu canlının. Olduğu anda ve gittiği yerde, ömrünce bir yolculuktadır kaplumbağa.

Sahneyse hep aynı: Arabadayız, kocaman ağaçların gölgelediği dar yollardan geçiyoruz ve aniden dururuz çünkü karşıdan karşıya geçmeye çalışan dostumuzu görmüşüzdür. Hemen iner, kabuğunun iki yanından usulca tutar ve bir kurtarma timi edasıyla onu gideceği yere bırakırım. Yıllar önce Arnavutluk-Karadağ arasında giderken dört-beş tane kaplumbağayı bu şekilde bir yarı-gururla yolun karşısına geçirmişimdir. Bir yandan onun ritmine, sakin yolculuğuna saygısızlık ettiğimi düşünürken öbür yandan aceleci bir sürücünün tekerlekleri altında kalma ihtimalinin hiç de az olmadığını kendi kendime hatırlatırım. Yine de insan aklımla olayların, daha doğrusu kaplumbağanın gidişatına karışmak ne haddime düşer, yoluna burnumu sokmam ne kadar doğrudur, bir türlü emin olamam. O ne mi yapar? Hiç. Ne kaçmaya çalışır ne de saldırır bana. Kabuğuna dokunmamla birlikte kafasını ve bacaklarını içine saklar ve öylece durur. Bazen korkusundan çişini oracığa yapıverir ama her seferinde sessiz ve kıpırtısız, canını ellerime bırakır.

Bir kaplumbağa kabuğunda, ölümsüz mü bu dünya? 

Kaplumbağanın sükûnetine şaşmamak gerek. Ne de olsa dünyanın tüm yükü onun sırtındadır. Üzerine binen onca ağırlığı yüzünde çizgi oynamadan azimle ve metanetle taşır.

Hint mitolojisinde tanrı Vişnu’nun yeryüzüne ikinci kez inişinde bir kaplumbağa bedeninde vücut bulduğuna inanılır. Efsaneye göre dört milyar yılda bir meydana gelen ve dünyayı yerle bir eden bir sel felaketinin ardından tanrı Vişnu, kendisini büyük bir kaplumbağaya çevirir. Sırtında tanrıların dünyayı yeniden yaratmalarını sağlayacak bir karışım taşımaktadır. Bin yıl sonra yeryüzü yeniden doğar. Dev kaplumbağa hala oradadır ve dünya, kaplumbağa üzerindeki büyük bir filin sırtında durmaktadır. Burada fil eril, kaplumbağa ise dişi gücü temsil eder.

Bir başka hikâyede ise tanrılar, ölümsüzlük iksiri amritayı elde etmek amacıyla denizi çalkalandırmak ister ve bunun için bir dağı dev bir yılana bağlayarak çekmeye çalışırlar. Ancak altı yeterince düz olmayan dağ dibe çökmeye başlar ve yer küre delinme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Tam o sırada tanrı Vişnu, kaplumbağa kılığında ortaya çıkar ve kabuğunu dağın sivri ucuna dayayarak dünyayı yok olmaktan kurtarır.

Kaplumbağanın güçlü duruşu Çin mitolojisinde de izlerini gösterir. Ejderha, Anka kuşu ve keçi bedenli, aslan başlı canavarla birlikte dört kutsal hayvandan biri olan kaplumbağanın türlü tasvirleri Çin’deki tapınakları süslemektedir. Çin efsanelerinde de gücü ve sağlamlığı sembolize ettiği ve kabuğuyla dünyayı desteklediği söylenir. Uzun ömrün temsilcisi olması nedeniyle özellikle cenaze törenlerinde ve mezarlıklarda kaplumbağa tasvirlerine sıkça rastlanır.

Afrika’daysa yaygın bir ev hayvanı olan kaplumbağaların evi koruduğu düşünülürken, Mali’deki Dogon kabilesinde yaşlılar, kaplumbağaların atalarıyla ve tanrılarla iletişim kurmalarında bir aracı vazifesi gördüğüne inanır. Ayrıca kaplumbağa evin reisiyle özdeşleşmiştir ve bu kişinin evde olmadığı zamanlarda, aile reisine yapılan muamele evdeki kaplumbağaya yapılır: Yemek ve içecek ilk önce ona sunulur.

Kurmasana: Çek kendini içeri! 

Kaplumbağanın doğadaki hali, Mahabarata Hint destanının bir bölümü olan “Bhagavat Gita”ya şu cümlelerle yansır: “Bir kaplumbağanın bacaklarını içeri çekmesi gibi duyularını duyu-nesnelerinden geri çeken kişinin bilgeliği sağlamdır.”

kaynak: http://365daysyoga.tumblr.com/post/1619998601
Duyu-nesnesi ne demek? Beş duyunuzun algıladığı herhangi bir şey bir duyu nesnesi olmaya aday. Canınız bir dilim daha pasta çeker örneğin ya da aklınızı o sabah vitrinde gördüğünüz ayakkabıdan alamazsınız. Yoldan geçen son model araba içinizde aniden bir eksiklik, eziklik doğurur çünkü hayatınız boyunca ona sahip olamayacağınızı hissedersiniz. Hele bu çağda nereye baksanız zihninizin sakin suları dalgalanmıyor mu, dünya sizden daha fazlasını istemenizi buyurmuyor mu? Aklınız hep bir adım sonrasıyla meşgul olmuyor mu?

"Duygu ve düşünceleri üzerinde hâkimiyet kuramayan kişinin tatmin edemediği istek, hırs ve arzuları yüzünden sürekli artan bir öfke ve kedere kapılması kaçınılmazdır," der Gita.

Yogadaki duruşlar, kaynağını hayvanların doğal ortamlarındaki hareketlerinden alır. "Kurmasana" yani “kaplumbağa duruşu” da Gita’da olduğu gibi günlük hayatta bazen bir kaplumbağa misali içe dönmeyi, özdeki dinginliği bulmayı tasvir eder. Her zaman değil elbet. Nasıl ki kaplumbağa bir yerden bir yere gitmek gibi “günlük işlerini” halletmek üzere başını ve bacaklarını kabuğundan çıkarıyorsa, kişi de duyularını ancak gerektiğinde kullanmasını bilecek ve böylece yoksunluk, açlık, özenme gibi hislere kapılmayacaktır.

Tüm bu inanışları birbiriyle bağlamak da mümkün. Duyularına, arzu ve isteklerine, bir başka deyişle nefsine hâkim olan insan aynı zamanda sabırlı, güçlü ve dayanıklı insandır. Böyle birinin de bir “hırs küpüne” oranla daha uzun, huzurlu bir ömür sürmesi, yani bilge bir kaplumbağa edasıyla yaşlanması gayet doğaldır.

Bazen yalnızca doğayı izlemek bile büyümeye, gelişmeye yetiyor, ne dersiniz?



Kaynaklar:

Bhagavat Gita, Çeviren: Ayça Gürelman, Purnam Yayınları
* Kaplumbağalar, Fakir Baykurt, Literatür Yayıncılık, 2006
The Continuum Encyclopedia of Animal Symbolism in Art, Hope B. Werness, Continuum International Publishing Group



Bu yazı, Yolculuk dergisinin "Ortak Yaşam" köşesinde yayımlanmıştı. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz >>
Fotoğraf: chrisroll

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder