4.08.2013

pazardan pazara - 1: sade

Basit bir hayat sürmek en karmaşığıdır.*
                                                                                                                  Arkamye

Bu sabah Ayrancı Pazarı'na gittim. Haftada bir gün, sanırım çarşambaları sosyete pazarı olurmuş, pazar günleri organik sebze-meyve bulunurmuş. Sosyete pazarına henüz rast gelemedim ama organik pazarla aynı alanda antika pazarını görünce dolmalık biberleri, domatesleri, sızma zeytinyağlarını bir süreliğine unutup tezgahların arasına dalıverdim. Acelesiz adımlarla, tek kalmış kahve fincanlarının, el boyaması tabakların, kehribar tesbihlerin ve türlü incik boncuğun arasında, cicili bicili gaz lambasından semaver üzerine konuvermiş abajura kadar her şeyi "isteyerek" dolaştım durdum.

İstemek ne tuhaf. Köşedeki çay takımını alayım, hani şu pahalı olduğu her halinden belli olanı. Yılda iki kere kullanayım, belki de hiç kullanmayayım ama bir köşede dursun. Mümkünse görünürde olsun. Bak şu çatal-bıçak takımı da gümüş galiba, hem de Christofle imiş, bende de olsun. Güzelce parlatır, yemek masasına dizerim. Masada döndürür dolaştırır, gerekirse takla atar ama illa ki lafı oraya getiririm. İnce zevkimle takdirleri toplar, ancak öyle tatlı servisine geçerim. Kimse de kusura bakmasın, onca parayı boşuna mı verdim?

Fransa'da yaşadığımız dönemde ziyaretimize gelen bir arkadaş sormuştu: "Hala koleksiyon yapmaya başlamadınız mı?" Sebebini sonradan anladım, adam olmanın göstergesiymiş biriktirdiğimiz şeyler. Oysa ben ilkokulda pul bile biriktirememiş bir kişiyim. Arkadaşlarım sevdikleri artistlerin fotoğraflarını kesip defterlere yapıştırır, dosyalarda saklarlardı. Gözümde Patrick Swayze'nin biraz şansı vardı, ona bile uzun süre katlanamadım. Koleksiyonerliğin içten gelen bir merak değil de sonradan edinilen, oluşturulan, oldurulan bir ilgi olduğunu yeni öğrendim. Hoş, önceden bilseydim, içim şişe şişe gümüş kaşıktır, minyatür adamcıktır, karşısına geçip de üzerine kokteyl sohbeti yapılası ne bulsam toplar mıydım? Sanırım yapamazdım.

Eve gelenlerden sıkça duyduğumuz yorum: "Ne hoş, tam yoga yapılacak bir ortam kurmuşsunuz, sade..." Ne yalan söyleyeyim, salondaki "bağzı" şeyler gözüme hala fazla görünmekte. "Aa olur mu hiç, evi perde gösterir," demişti bir yakınım, ben iki sene oturacağım ev için son moda perdelerden yaptırmaktansa eski perdemin boyunu kısaltacağımı söyleyince. Bizim salona girdiğinde göreceksin şekerim, sağda bomboş bir alan vardır. Köşede sevgili Yuka yapraklarını açmış yoga yapanlara bakar. Perdelerin bir şey gösterecek hali yoktur zira pek kullanılmaz. Hem evi perde gösteriyorsa seni, beni ne gösterir?

Basit bir hayat yaşamak cidden karmaşık. Bir kere girdiğimiz sosyal rollerle çatışıyor. Yine de bir yol bulmak, eşyanın esiri olmadan ve sahip olmadıkların için sürekli -çünkü hiç bitmez- hırslanıp mutsuzlaşmadan yaşamak mümkün. İlla da her şeye yetişmek gerekmiyor.

Bak antika pazarından nerelere geldim... Paris'in bit pazarlarına oranla küçücük ama yine de onca yaşanmışlığı bir arada toplayan tezgahlarıyla çok hoşuma gitti. Fırsat buldukça uğramaya karar verdim. Hem gitmişken kabaktı, domastesti, toplayıp dönerim.

Pazarı gezerken kendimde fark ettiğim, içimde yükselen "benim olsun"ları gözlemleyebilmek oldu. Bu öyle tuhaf bir gerginliktir ki dostum, gördüğün şeyin güzelliğini bile unutturur sana. Arzu, hırs, mutsuzluk, öfke, adına ne dersen de, yaşadığın andan alacağın keyfi anında yok eder. Yalnızca, öylesine bakamazsın artık. Zihnin seni rahat bırakmaz.

İşte ben de içimdeki "satın alayım, sahip olayım"larla gözgöze geldim. Gördüğümü anlayınca yavaşça geri çekildiler ve ancak o zaman rahat ve özgür, bir köşede Himalaya tuzu satan fizikçiyle sohbete daldım. "Bizim tezgahtan herkes mutlu ayrılır," dedi. "Tatlı satıyorsan işin çok kolay, asıl maharet tuz satılan bir tezgahtan insanları gülümseterek uğurlamak." Ben de elimde minik bir poşette kristal tuz hediyem, gülümseyerek ayrıldım.

Seviyorum pazarları, pazar yerindeki insanları.
                                                                                                                                                    *Ursula K. Le Guin, Bağışlanmanın Dört Yolu

4 yorum:

  1. Bir cok cümlesiyle gülümseten ve düsündüren güzel bir yazi olmus. Su bizi gösterdigini sandigimiz perdelerimizden de bir bir siyrilsak, sonunda nelerle gözgöze geliriz, neler onlari gördügümüzü anlayinca cekilir gider ve geriye ne kalir? diye düsündüm örnegin...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim:) Bir sıyrılsak o perdelerden, tamamen sıyrılabilsek, geriye kalanın özlediğimiz şey olduğunu görebilsek keşke. Sevgiler:)

      Sil
  2. Bunca güzel şeyleri 'sahip olmadan' hissedebiliyoruz, bunu bir kez daha gördüm mesela ben :) sahip olunca her şeyin tadı değişiyor..

    YanıtlaSil
  3. Yine ne kadar güzel anlatmışsınız. Ankara günlerimi hatırladım. O zamanlar antika pazarı sadece antika pazarıydı koooskocaman, hiç yanında sebze pazarı hatırlamadım ben. Hoş, belki de gözüm döndüğü için sebzeleri görmemişimdir. Nasıl da severdim o pazarı, dolaşmayı, eski fotoğrafları, insanları, başkalarına ait hüzünlü anıları. Bende hep alamadığım şeylerin hayalini kurardım en çok da o kocaman gramafonun evimde yaratacağı muhteşem büyülü havayı hayal ederdim. Öğrenci parasıyla ancak birkaç hatıralık objeler alabilmiştim hala saklarım. Paris'e gittiğimde koştur koştur Marais'deki pazara gittim ama bilmem ki Ankara'daki çok başka sanki. Ben belki de gurbet halinden çokça sıkıldığımdan hep evime yakın mesafelerdeki şeyler güzel görünüyor gözüme.. Keşke oradaki tüm eski, üzerine basılan, geride bırakılan bütün fotoğrafları alabilseydim, birkaç eski tabak, daktilo, çay saatine güzel porselenler ve el işi örtüler de olsa fena olmazdı..O almak isteği aaah bitirmek ne zor..Elimden geldiğince işte...Ankara sonbaharda, en güzel zamanlarında şimdi:) Kocaman sevgiler:)

    YanıtlaSil