11.04.2011

rembrandt'ın fili ve je suis comme je suis

Sanatın Öyküsü'nü okumaya başladığım günlerde yazdığım bir not, tarih 30 Mart 2010:

Bugün bir saatlik ders arasında, Fransızca sözcüklerin uçuştuğu kantinde açtım kitabımı, giriş kısmını sakin sakin, notlar çıkara çıkara okudum. İnsan bir işe gerçekten odaklandığında havadaki sözlerin hiçbir önemi kalmıyor, hatta bazen gürültü iyi bile geliyor. Heyecanla fark ediyorum ki bu kitap şu sıralar tam da ihtiyaç duyduğum şey. Hayata taze bir bakış gibi.

Yazarla benziyor niyetlerimiz: dili çözmek değil, gözleri açmak. Bilip ahkam kesmek için değil, bilip bakabilmek, anlayabilmek için öğrenmek.

Daha giriş kısmında not aldığım birkaç cümle, zihnimi "Nasıl yazmak istiyorum?" konusunda güzel düşüncelere sürükledi. Örneğin Rembrandt'ın "Fil" çizimi. Birkaç kalem savuruşuyla heybetli bir fil karşınızda! İnce tasvirlere gerek kalmadan, süsleyip püslemeden, fotoğraftan çıkmış gibi yapmadan karşısındakinin bir fil olduğunu tüm canlılığıyla hissedebiliyor insan. Benim yazıda düşlediğim bunun gibi bir şey işte. Sade, yalın, bağırmadan, soğukkanlılıkla anlatabilmek bir şeyleri.

Aslında yalnızca yazıda da değil. Genel bir duruş olarak duruluk, durulmuşluk. O fil gibi süssüz ama kendinden emin.

Onun kimseye bir fil olduğunu ispatlamaya ihtiyacı yoktu. Rembrandt'ın kimse için filini detaylandırma, süsleyip püsleme ihtiyacı duymadığı gibi. Neyse o. (Bu noktada Jacques Prévert'in "Je suis comme je suis" başlıklı şiiri gelmişti aklıma.)

Bir şeyleri oluruna, olmaya bırakmak. İnsanlarla, hayatla ya da kendinle savaşmadan hayatın her alanında sevdiğin, kendini gerçekten ifade ettiğin şeylere odaklanmak. Yalnızca "olmak". Gerisi zaten bir tepside sunulur gibi hissediyorum. Altın mı olur bilemiyorum.

kitapta aynı bölüm, bir başkasına da bunları düşündürdü >>
sanatın öyküsü ise burada>>

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder