16.10.2011

paris: harf adımlarıyla, gece yarısında


Yer Paris, vakit gece yarısıdır. Yönetmen, yazma tutkusuyla dolup taşan kahramanını alır ve özlemini çektiği geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarır...

“Midnight in Paris” bir kısım seyirciyi şimdiki zaman korkularıyla yüzleştirirken bende en çok iz bırakan bölümü 1920’lerin, başka bir deyişle Hemingway’in Paris’i oldu. Yazarın şehirde geçirdiği yılları anlattığı ve ölümünden sonra basılan “Paris Bir Şenliktir” isimli kitabını yeni okuduğum için mi, yoksa Woody Allen’ın gerek Hemingway-Fitzgerald(lar) ilişkisini gerekse Gertrude Stein’ın evindeki dönemin genç sanatçıları için çok değerli atmosferi ustalıkla yansıtması mı beni bu kadar etkiledi, bilmiyorum. Hemingway’in dediği gibi “nereye gidersen git seninle kalacak bir şehir” midir Paris, herkes için öyle midir ya da eskiden mi öyleydi, ondan da emin değilim. Sanki eskiden daha bir derinmiş yaşananlar, daha çok iz bırakırmış içinden geçtiğimiz şehirler ve insanlar. Böyle düşününce film kahramanı Gil’i (Owen Wilson) anlamamak mümkün değil.

Bazen bilinçsizce uzandığımız kitaplar, aldığımız sinema biletleri ya da bir dergide rastgele açtığımız bir sayfa bizi hep aynı noktaya götürür. “Paris au pied de la lettre” (Harf Adımlarıyla Paris) adlı kitaba rastlamam da öyle oldu. Woody Allen etkisi halen üzerimde sokakları arşınlar, durduğum her köşe başında, saptığım sokaklarda, geçtiğim köprülerde kim bilir kimlerin ayak izleri olduğunu düşünürken bir kitapçının önünde duruverdim ve nedense, vitrindeki kitabın adından önce alt başlığını okudum: “Edebi Bir Rehber”.


Louis Aragon, Walter Benjamin, Boris Vian, Marcel Proust, Ernest Hemingway, George Orwell… Şehrin sokaklarını hayran olduğunuz bir yazarla arşınlamaktan daha keyifli ne olabilir? Saint-Germain-des-Prés’yi Boris Vian’dan dinlemeyi, alışverişimi bir gün de Emile Zola ile yapmayı ya da Henry Miller’ın koluna girip Montmarte’da uzun gezintilere çıkmayı isterdim doğrusu. Hem kim demiş Paris’te para olmadan saadet olmaz diye, Hemingway’in peşine takılır Luxembourg Bahçesi’nde güzel bir ziyafet çekerdim kendime. Yazarın dediği gibi, orada, ağaçların arasında rahat edersiniz. Şehrin kaldırımları boyunca dizilmiş kafe ve bistroların aksine kimsenin ne yediğini görmez, iştah açıcı kokuları almaz, yediğiniz içtiğinizle mutlu olmayı bilirsiniz.

Mathilde Helleu, bu şehir antolojisini derlerken gerçekten de “edebi bir rehber” tadı almamızı istemiş. İçeriğe bakınca bunu başardığını da söylemek mümkün, ulaşım olanaklarından karşınıza çıkabilecek tehlikelere kadar bir turist rehberinde bulabileceğiniz hemen hemen tüm başlıklar mevcut. “Kaçırılmayacaklar” bölümünde örneğin, Eyfel Kulesi’ni bir de Barthes’ın kaleminden okuyorsunuz, “Yürüyüş Rotaları”nda Jean Genet ile Oberkampf’tan yola çıkıyor, “Görülecekler, Yapılacaklar” başlığı altında Breton’un, Proust’un, Sartre’ın önerilerine kulak veriyorsunuz.

Ara sıra kitabın rastgele açtığım sayfalarını gözümde filmden sahneler canlandırarak çeviriyorum. Bir şehri yaşamanın güzel yollarından biri de bu olsa gerek, gezdiğin, baktığın her yeri bir başkasının gözlerinden görmeye çalışmak...

Bu kısa yazım Notos'un Ağustos sayısında yayımlandı. "Midnight in Paris"in Türkiye'de izlendiği şu sıralarda paylaşmak istedim. Bu arada, filmde gördüğünüz kilisenin basamaklarında oturmuş, Gil'i geçmişe götüren arabayı bekleyen birkaç macerapereste rastlamak hala mümkün, biliyor musunuz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder