14.05.2012

taze gün ve sabah ritüelleri


İki ay boyunca her sabah saat altıya doğru uyanıp güne yoga ve meditasyonla başladıktan sonra aynı düzeni burada kolayca sürdürebilirim gibi gelmişti. Tabii orada akşam on buçuk dedin mi ışıkların söndüğünü ve başımı yatağa koyduğum gibi mışıl mışıl uykuya daldığımı hesaba katmamıştım. Bir de günün her anında yaşadığım fiziksel ve zihinsel zindeliğin kaynaklarını.

Asıl hesaba katmadığım ise insanın yaşam şeklinin sabah hallerini nasıl da etkilediğiydi. Hindistan'da edindiğim güzel alışkanlıklarda mısır gevreği/pirinç, meyve ve yoğurttan oluşan sabah kahvaltılarının, yumurtanın bile olmadığı vejetaryen yemeklerin ve birkaç küçük kaçamak dışında neredeyse tamamen kafeinsiz beslenme biçiminin büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Boşuna dememişler "Ne yersen, osun" diye. Aklımda bu cümle, çok sevdiğim sabah kahvaltılarına eve dönünce de devam ettim. Ancak on günlük aile kahvaltıları boyunca croissant olsun, bagette olsun, pain au chocolat olsun çeşitli hamur işi arkadaşların eşlik ettiği uzun ve keyifli masalarda insan mısır gevreği ve yoğurtla oturabilir mi? Oturamaz. Hem de öyle bir oturamaz ki yemesiyle kendisi dahil herkesi şaşırtır. Ne de olsa tatlı ailemizde bütün hastalıklarımın kaynağı ıslak saçla gezmem, terlik giymemem ve doğru düzgün yemek yemememdir. Böylece annemin Türkiye dönüşünde ablama "Deniz'in iştahı çok iyi," demesinden ortada sıradışı bir durum olduğunu anladım. Bahsi geçen günlerde yemediğim bir meşe odunu kalmıştı, yeri gelmişken onu da yedim. (Yoga dersleri eşliğinde bir hastalık öyküsü için ~ buyurunuz) Ve "Çocuk hastalıklarını geçiren yetişkinler, özellikle de senin gibi akyuvar sayısı azalmış olanlar dışarıdan enfeksiyon kaparlarsa bronşit vesaireye dönüşebilir aman ha," diye bir güzel korkutulup uslu uslu evimde oturdum, günlerce yogaya gitmeyi bırak, markete bile inmedim.

Hastalığın  geçmesini beklediğim dönemde gördüm ki ben moralimi yüksek tutmaya çabalarken arka planda içim, kazandığı onca güzel alışkanlık yitecek diye kaygılanıyor. Hani olur ya, oturduğun yerden kalp atışlarını duyarsın, içinden saatin tiktaklarını sayarsın. Bu yüzden de hiçbir işe odaklanamazsın ve zaman sana aldırmadan geçip gider. En kötüsü de şunu fark ettim: Bugünü güzelce askıya almış, umutla planlar yapmaya başlamışım: "Şu hastalık geçsin, pazartesi günü yogaya başlayacağım," gibi örneğin ya da daha fenası "Bugün hastayım diye geniş geniş bunalayım, depresyon koltuğuna yayılayım, yarın olumlu düşüncelerle uyanırım." E nerede kaldı "şimdi"? İçim de, bedenim de giderek ağırlaşıyor, hantallaşıyordu. "Ne yersen osun" hesabı ben de hamura dönüşüyor olabilir miydim?

Sonra mı? Sonra silkindim. Aslında daha çok, zihnimi silkeledim.

Bu sabah 05:16'da gözlerim kendiliğinden açıldı. Demek ki bedenim, beynim çoktan hazırmış da niyet etmemi bekliyormuş. Bahçedeki ıslıkçı kuş 05:20'de uyandı. Yattığım yerden şarkısını dinledim. Uzun uzun gerindim. Kıpırtılarımı duyan kedi çıngırak sesiyle uyandığını haber verdi. Önce koridorda miyavladı, baktı gelen giden yok, pıtı pıtı gelip yatağa zıpladı. Kalkıp besledim kediciği.

Ve son dört yılın sabah ritüeli: Bir bardak sıcak suya yarım limon. En güzel sabah içeceği. Arınma, hafiflik, dinçlik, güzellik... Bınlar bir yana hoşuma da gidiyor. Eskiden bir kaşık da bal koyardım ama balın sıcak suda çözünmesinin pek iyi bir şey olmadığını öğrendiğimden beri kestim. Ben yine de bir uzmanına sorayım diyen varsa kısa ve öz bir yazı ~ burada.

Gelelim bu sabahın müziğine... Vida la Vida'yla başladı günüm. O arada takip ettiğim bloglara neler gelmiş, baktım. Evde biraz turlayıp gelen kediciğe biraz daha yemek verdim, bakıştık biraz, sevdik birbirimizi. Sonra kucağımdan indi, uzun uzun yalandı ve küçük horultular eşliğinde yeniden ve aniden uykuya daldı. O rüyalar alemine geçerken oda biraz daha aydınlandı. Baktım tam da güneş gelen yere yatmış uyanık kedim.
Fotoğraflar: taze çimen -  twobee, küçük  kuş - TCJ2020 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder