13.06.2012

üç kuruşluk dünyanın gülümseyen gezgini


Cana geleceğine, denir, mala gelsin! Kaza mı yaptın, eve hırsız mı girdi, teselli niyetine söylenen ilk cümledir bu. Sonra zaman geçer ve o gün ağzından içtenlikle dökülen sözler döküldüğü yerde kalır. “Can”ı unutur, “mal”ın peşinde koşmaya devam edersin. Hayatını bir üst seviyeye taşımak için hızlı adımlarla,  yaşadığın her anı ezip geçerek daha iyi bir geleceğe doğru ilerlersin. Benzerlerin gibi. Ne istediğini dahi bilmeyen ama hep daha fazlasını isteyen benzerlerine özenirsin, onlar da sana. Ama nereye kadar? Gün gelir, hayat seni de durdurur. Belki zorunlu bir molayla, belki bu sefer cana gelen felaketle.

Bu satırların ilham kaynağı Alim Erginoğlu “Bir Türk, Bir İngiliz ve Üç Kuruşluk Dünya” adlı kitabın yazarı. 26 yaşında kendisine gösterilen bir kulvarda doludizgin koşarken kanserle tanışmış. Bu haber üzerine eşi Rachel ile bir karar almışlar ve her şeyi -ama her şeyi- bırakıp yola çıkmışlar. "Yol" derken, Kamboçya, Laos, Tayland, Vietnam, Burma, Malezya, Singapur, Hong Kong, Brunei ve Borneo Adası’nı kapsayan 194 günlük bir seyahatten bahsediyorum. Sonra da tahmin edebileceğiniz üzere, bu yolculuk ve öncesinde yaşananları bir kitapta toplamış Alim. Benim gözümde kendi romanını yazan bir roman kahramanı. Hala da her fırsatta deneyimlerini anlatmaya, paylaşmaya ve üretmeye devam ediyor.

Kabul ediyorum, bu söyleşiye başlamak biraz zor oldu benim için. Böyle bir konu nasıl açılır, hiç bilmiyordum. Bir insana “Kanser olmuşsun, nasıldı?” diye sorulur mu! Ben karşısında kıvranırken o buna alışmış ve anlamış gibi, kendiliğinden söze girdi...

Kitabın öyküsüyle başlayalım mı?

2001’de bir kanser vakası yaşadım. O zamana kadar aslında çok konvansiyonel bir yaşam tarzım vardı. Her Türk insanı gibi, nedir, üniversiteyi bitirir, bir işe girer, kariyer filan derken hayat geçer gider. Benim hayatım da böyle klasik planlar üstüne kuruluydu. Fakat kanser olduğumu öğrenmek hem benim hayatımda hem de sevdiklerimin hayatında çok ciddi bir şok oldu. Böyle olunca eşim Rachel dedi ki, “Artık biraz da hayallerimizi kovalayacak bir şeyler yapalım. Gezmeyi çok seviyoruz, hadi Asya’ya gidelim, bir süre kafa dağıtalım.” Buna böyle rahatlıkla karar vermesinde İngiliz olmasının da bir etkisi var tabii…

Sonuç olarak evimizi kapadık, kariyerimizi, her şeyimizi bir tarafa bıraktık ve yola koyulduk. Daha yola çıktığımız zaman dedim ki, “O kadar gidiyoruz, bunları paylaşmazsak bir anlamı yok.” Bu düşünceyle yol boyunca günlük tuttum ve dönüşte bunları toparlayıp kitap yapmaya karar verdim. Bu arada bizim gibi her şeyi bırakıp aylarca gezen çok kişi yoktu Türkiye’de, olanlar da bizden yaşça büyüktü. Bir de Asya ülkelerine gitmek şimdiki gibi kolay değildi. Öyle olunca yaptığımız çok dikkat çekti, bir sürü röportaj yapıldı, basının gözünde ilginç bir hikâyeydi tabii. Bu röportajlardan birinde, satır arasında dedim ki “Türkiye’ye dönünce bunları muhakkak kaleme alacağım.” Tesadüf, bir yayıncı okuyup beni aradı. “Kitabınız hazırmış, getirin basalım.” Oysa ortada yalnızca tuttuğum günlük ve bazı materyaller vardı. Yayıneviyle çalışmamız sonucunda ilk baskı 2005 yılında çıktı. Fakat ben biraz şanssızdım, ilk yayınevi de, ondan sonra çalıştığımız ikinci yayınevi de yayın hayatlarını sürdüremediler. Elinizdeki, kitabın üçüncü baskısı, henüz çok yeni sayılır. Biraz elden geçirdim, gezi ve kanser hikâyesini birleştirdim ve tüm o satırları 26-27 yaşlarında kanseri yaşayan bir adamın düşünce tarzıyla yazdım. Bir de karşıma en yakın dostumu, kardeşimi oturttum ve böylece bütün hikâye, ona yazdığım bir mektup halini aldı.

37 yaşındasın, her şeyin üzerinden on sene geçmiş… Bugün yaşadığın onca şeye nasıl bakıyorsun?

Öncelikle iyi ki yapmışız diyorum böyle bir geziyi. Belli şeyleri belli yaşlarda yapmazsan, zaman ilerledikçe daha zor bir hale geliyor. Hem ekonomik olarak zorlaşıyor hem ruhsal olarak daha bir statikleşiyorsun, aklında her şeyi çok daha fazla kurmaya başlıyorsun, belki lükse ve rahata daha çok alışıyorsun. Ayrıca bu gezi hayatımda çok başka ufuklar da açtı. Ben kanseri üç kez yaşadım. Bu, başıma gelen çok büyük bir şanssızlıktı. Aslında istatistikî olarak epey zor bir olasılığı tutturdum, milyonda birin içine girdim. Bu şanssızlık beni değiştirerek klasik bir insandan dünyaya çok daha açık bir insana dönüştürdü.


"İnsanlar birbirini en iyi tatilde tanır," derler ama Rachel’la sizinki tatilden çok bir sefalet yolculuğu olmuş. Her şeyi nasıl planladınız ve böyle bir deneyim ilişkinizi nasıl etkiledi? 

İnsanın sevgilisiyle ya da eşiyle böyle bir seyahate çıkması aslında çok riskli bir şey, ilişkiyi pekiştirebilir ama götürebilir de aynı zamanda. Ben tabii bir Türk olarak daha bir turist mantığıyla yola çıktım. Rachel beni eğitti, diyebilirim. O geçmişte Afrika’da, Avustralya’da yaşadığı için daha çok benim açımdan zor oldu. Zaten Batı’nın genlerinde gezmek, keşfetmek var. Oysa bizde böyle bir şey yok. Çoğumuz yaşadığımız şehrin bile belli yerlerini bilmeyiz. Türkler gezmek deyince daha çok keyif ararlar, bir yere gidelim de oranın yemeğini yiyelim, gibi. O yüzden benim öncelikle bu mantığı değiştirmem gerekiyordu. Farelerin cirit attığı bir guesthouse’da yatmakta epey zorlandım örneğin. Hemen diyorsun ki “İki yıldızlı bir yer bulalım, ne gerek var böyle şeylere!” Fakat Rachel bu geziye bir proje gibi baktı ve bana bütçeyle gezmeyi öğretti. Günde kişi başına 15 dolarlık bir bütçe koyduk. Günde iki kişi, toplam 30 dolardan bahsediyorum, bunu Türk lirasına çevirirsek herhalde İstanbul’da ya da Ankara’da o parayla insanın ne yapabileceğini kafasında kurması bile mümkün değil. Bu seyahatte bir bütçe planımız olmasaydı 60. gün geri dönmek zorunda kalırdık.

Farklı kültürlerden bile gelmiş olsan değer yargıların, hayatı algılayış felsefen uyuyorsa inanılmaz güzel bir uyum yakalıyorsun. Rachel ile böyle bir ilişkimiz var. O yüzden bu geziyi beraber gerçekleştirmek bizi birbirimize daha da bağladı. Uyum, gezinin keyfini arttırdı, ilişkimizi de çok pekiştirdi. Birbirimizi daha iyi anladık, birbirimize destek olduk, hasta olduğumuz zamanlar birbirimize baktık, çok eğlendik. İki farklı kültürden gelip ikimize de ait olmayan bambaşka bir kültürde yaşadığımız anılar bizim hayatımızda hep güzel zamanlar olarak kalacak. O yüzden tavsiye ediyorum. Gezmeyi seven insanlar tek başına gezmemeli bence.

Yedi aylık seyahat boyunca aklında en çok yer edenler...

Öyle çok anı var ki… Bir kere doğayı ne kadar az tanıdığımı gördüm. Borneo’da bir küsur ay geçirdik. Amazon’dan sonra dünyanın en büyük yağmur ormanlarının olduğu, en fazla flora-fauna cinslerini barındıran bir coğrafya. Güneydoğu Asya’nın en yüksek noktası olan Borneo Adası’ndaki Kinabalu Dağı’na tırmandık, 4.100 metrelik bir dağ. Aslında bir dağcıya göre hiçbir şey değil ama bizim gibi hayatında tırmanış yapmamış insanlar için bir buçuk günde deniz seviyesinden o kadar yükseğe çıkmak, aklimatizasyon açısından ciddi bir vücutsal travmaydı.

Burada şöyle bir anımız da var: Gece Borneo’nun içlerinde Kinabatangan Nehri’nde kamp yapıyoruz. En yakın yerleşim merkezi 200-250 km ötede, doğanın o kadar içindeyiz. Hatta kamp yerinde BBC’nin belgeselci ekibiyle karşılaştık, öyle bir yerden bahsediyorum. Yüksek bir platforma uyku tulumlarını yayıp yatıyoruz. Hayvanların en aktif olduğu, avlandığı saatler olduğu için gece safariye çıkıyoruz. Bu arada timsah ve orangutanların, her türlü yılanın, börtü böceğin yaşadığı bir yer Borneo. Bir gece yerlilerin kayıktan hallice tekneleriyle nehirde safariye çıktık ve nehrin ortasında teknemizin motoru bozuldu. Orada göğsümüze kadar gelen suya inip yaklaşık 20-25 dakika nehrin içinde yürümek zorunda kaldık. Şimdi geriye dönüp baktığımda, o anda timsah olabileceğini hiç düşünmediğimi fark ediyorum. Nehirden çıktıktan sonra orada bir yerliye sorduk, “Bu göle timsah gelmez,” dedi! Hani bir beyaz köpekbalığı Atlantik’ten gelip Akdeniz’e hayatta girmez, der gibi! Sonrasında epey güldük tabii!

Aynı havaalanında farklı zamanlarda iki Alim var. İlki, her şeyini bir yana bırakıp hiç bilmediği ülkelere gitmek üzere olan, ikincisi ise yaklaşık 200 gün boyunca hiç tanımadığı kültürlerin, şehirlerin içinde yoğrulmuş Alim. Bu iki “sen”i karşılaştırabilir misin? 

Onda da çok zorlandığımı itiraf etmeliyim. Giderken “Kariyeri de bırakıyorum, dönüşte ne yapacağım?” kaygısıyla gitmedim, isteyerek gittim ama yine de bu kadar değişeceğimi düşünmemiştim. İnsanın 200 gün boyunca alıştığı dünyadan ve sosyolojik gerçeklerden kopuk yaşaması hayata bakışında yepyeni bir kulvar açıyor. Daha önce test etmediğin bir dünyaya giriyorsun. Bu yüzden döndükten sonra bir süre normal hayata uyum sağlayamadım. Bir kere değer yargılarım değişmişti, maddiyatı çok fazla kurcalamaya başlamıştım. Tekrar sabit bir ofis işine dönmekte zorluklar yaşasam da, bu bir hayat ve ister istemez dönüyorsun. Ama şunu öğrendim: Kariyer tek başına bir amaç değil ve bu başka şekillerde de yapılabilir. Bu anlamda bu seyahat beni çok değiştirdi. Ne yaparsan yap, ürettiğin sürece bunun insana kendini çok iyi hissettirdiğini gördüm. O yüzden yazmak bana çok iyi geldi. Hiç aklımda yokken gezi yazarı oldum, yaşadıklarımı paylaşmaya başladım. www.uckuruslukdunya.com adresli blogu kurdum. Ayrıca kitaptan dolayı beni takip eden insanlarla yazıştım, çeşitli gruplara, forumlara üye oldum...

Bu arada, kanser tüm bunların çok ayrı bir parçası. Ayrı tutuyorum çünkü kansere yakalanmasaydım gezginlik ruhuna da ulaşamayacaktım. Paylaşmak anlamında ise insanlara psikolojik açıdan yardım etmeye başladım. Kanseri yaşadığım için olsa gerek, bu konuda bana çok daha rahat açılıyorlar. Bir de vakit buldukça İngiltere’de, Cancer Research UK’de gönüllü olarak çalışıyorum. Kampanyalarına, kanser koşularına katılıyorum. Bu da hayatın başka bir tarafında üretkenlik olarak beni çok tatmin ediyor ve yaşadığım bu kötü deneyim için “Olmuş ama boşuna olmamış,” dedirtiyor.

Bu röportajı okuyanlara ne söylemek istersin?

Ben hiçbir zaman “Bir adam çok büyük bir sağlık sorunu yaşadıysa bizim yaptığımızı yapsın,” demiyorum, hepimiz farklıyız sonuçta. Ama iki önerim var. İnsan ne yaparsın yapsın, mutlaka paylaşımcı ve üretken olmalı. Bu üretkenlik bir mimar gibi bina çizmek olmayabilir, demek istediğim herhangi bir uğraş. Yemek yapmayı mı seviyorsun, bir hobin mi var, git yap. Üretmek, tamamen içsel tatminle ilgili bir şey. Hayatın karşına çıkardığı çok fazla engel var. O engellere takılıp kaldığın zaman bir bakıyorsun geriye, zaman geçip gitmiş. Bizim kuşağımızı son yirmi yıldır maalesef uyuttular. Televizyonla, aşırı tüketimle, alışveriş merkezleriyle uyuttular. Bugün insanlar hafta sonu çocuklarını dışarı çıkarttığı zaman AVM’ye götürüyor. Tüm gün orada oturuyorlar. Bence bu çok hastalıklı bir durum, insanların yaşamla ilişkisini öldürüyor, üretkenliğini öldürüyor. Kısacası, bizim işimiz biraz zor. Ekleyebileceğim şey bu: Paylaşım ve üretkenlik, bu ikisi çok önemli hayatta.

Alim bugün ailesiyle birlikte Oxford’da yaşıyor. Yerleşik hayata geçmişler geçmesine ama gezmekten, keşfetmekten vazgeçmemişler. Buldukları her fırsatta dünyanın bir başka köşesine doğru yola çıkıyorlar...

Not-1: İnsan yönünden şanslı olduğumu söylemiş miydim? Yaşadığım şehirler karşıma hep en güzel insanlarını çıkarmıştır. Paris'te geçirdiğim üç yıl boyunca da böyle nasıl desem, çok şahane arkadaşlar girdi hayatıma. Bunlardan ikisi Aslı ve Emre. Aslında ben ilk stajımı on üç yıl önce Aslı'nın çalıştığı şirkette yapmıştım. Dünyanın küçüklüğünü ispatlar gibi, yıllar sonra bir gece kalabalık bir yemek masasında yeniden karşılaştık. Aynı küçük dünya 2012'nin Ocak ayında Emre'nin çocukluk arkadaşı, "kardeşi" Alim'le tanıştırdı beni. Bu röportaj da onların güzel ev sahipliğinde, leziz kahveler eşliğinde yapıldı.
Not-2: Alim'e sormak istedikleriniz için >> alimerginoglu@gmail.com
Not-3: “Bir Türk, Bir İngiliz ve Üç Kuruşluk Dünya” kitabına Amazon'dan ulaşabilirsiniz.
Not-4: Bu röportaj Yolculuk dergisinin Nisan sayısında yayımlandı. Derginin tüm sayılarını buradan okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder