18.01.2013

mutluluk fabrikasında bir akşamüstü


Fransa’daki ilk yılımdı, Paris’in manşetlerden taşan meşhur indirim sezonundan bir pazar günü faydalanmak istemiştim. Kahvaltıdan sonra soluğu şehrin göbeğindeki alışveriş merkezinde alıp kapalı olduğunu görünce çok şaşırmış, biraz da hayal kırıklığına uğramıştım. “Bizim memlekette pazar mazar dinlemeden istediğin her gün takarsın çantanı koluna, çıkarsın AVM yoluna,” diye burun kıvırdığım Fransız arkadaşım: “Ama Fransa’da insanların pazar günlerini aileleriyle sosyalleşerek geçirmelerine önem verilir. O yüzden dükkânlar kapalıdır,” demişti. O anda gözlerimi kıstım ve anlamaya başladım. Onlar AVM’ye –adı üstünde- alışveriş yapmak için giderken biz eş dostla orada buluşup sosyalleşiyorduk. Bunu ilk kez, bir başka uzun süreli yurt dışı deneyiminin ardından bir haftalığına İstanbul’a geldiğimde fark etmiştim. Buluşma yerini kararlaştırmaya çalışan e-posta trafiğinde her arkadaştan başka bir AVM önerisi geliyordu ve ben daha önce duymadığım isimlerle kafam karışmış, kime sorsam bilemiyordum: Sokaklara bir şey mi olmuştu acaba?

Anlaması zor değil...
Aslında AVM’lerin adı o kadar da “üstünde” değil. Çünkü alışverişten çok bir “yaşam merkezi” olmakla övünüyor artık bu devasa yapılar. Kapıdan içeri girdiğiniz anda sinemadan spor salonuna, sanat galerisinden güzellik merkezine kadar şehirli insana yaşadığını hissettirecek her türlü etkinliğin düşünülmüş olduğunu görüyorsunuz. Restoranları ve çocuklar için tasarlanan bol etkinlikli oyun alanlarını saymıyorum bile. Çocuğu olan birçok arkadaşım AVM’lerin varlığına neredeyse şükrediyor. Herkes böyle düşünmüyor elbet. Örneğin geçenlerde Ankaralı biri, dışarıda, yani bildiğin sokakta sinemaya gitmenin giderek zorlaştığından yakınıyor ve ekliyordu: “Bazen sırf AVM havası solumamak için görmeyi çok istediğim bir filme gitmiyorum!” Gerçekten merak ediyorum, adım başı bir “yaşam merkezi” kurulmadan önce, keyifle yaşamak için neler yapardık? Yaşamımızın merkezinde ne vardı? Dillerden düşmeyen “yaşam kalitesi”ni dört bir yanı kapalı, klimalı alanlarda değilse nerede buluyorduk?

Mutluluk fabrikadan çıkarsa… 

Mutluluğun bu derece mal sahibi olmaya endekslendiği bir ortamda, artık alınıp satılabilir bir şeye dönüşmesi kaçınılmaz bir sonuç olabilir. Geriye, mutluluğun el değiştirdiği, planlandığı, yönlendirilip yönetildiği, üretilip dağıtıldığı mutluluk fabrikalarını ‒ofisleri, sergileme yapılarını, alışveriş merkezlerini‒ inşa etmek kalıyor. Peki, bu önermeler ne kadar gerçek? 

Sorulara yanıt ararken genişliyor hayat, farkındalıklar arttıkça algılar da değişiyor. Yukarıdaki soruya yanıt arayanlar da önce ticari yapıları oluşturan ilişkiler, mutluluk algısını yönlendiren faktörler üzerine düşünmeye başlamış. Bu düşüncelerin sonucunda ise ortaya “Mutluluk Fabrikaları” başlıklı sergi çıkmış…

Türk Serbest Mimarlar Derneği (TSMD) ve VitrA işbirliğiyle, VitrA Çağdaş Mimarlık Dizisi’nin ilki olarak hayata geçirilen ve daha önce İstanbul’da ziyaretçilerle buluşan “Mutluluk Fabrikaları”, Ankara’da TSMD’nin sergi salonunda sergileniyor. Derneğin “merkezlerin merkezi” mottosuyla 235.000 metrekarelik kapalı alana inşa edilen Kentpark adlı alışveriş merkezinin arka cephesinde yer alması, bence içerideki etkinliği daha da anlamlı kılıyor. Önce sergiyi, ardından edindiğim yeni bakış açısıyla AVM’yi gezmenin oldukça ilginç bir deneyim olduğunu söylemeliyim.


Bir de insan, mimarların gerçekleştirdiği bir sergiye giderken ne bekleyeceğini tam olarak bilemiyor: Bina maketleri mi? Alışılagelmişin dışında tasarımlar mı? Bu bilmezlik hali de tüm sürprizlere açık olmayı gerektiriyor. Mimar Sait Ali Köknar'ın küratörlüğü ve Pelin Derviş'in koordinatörlüğünde gerçekleşen “Mutluluk Fabrikaları” sergisi, on dört mimari ekibin ticari yapıların son on yılı üzerine görüş, eleştiri ve yorumlarından meydana gelmiş. Salona girdiğinizde her biri başka bir kavramı sorgulayan panoların arasında buluyorsunuz kendinizi. Her pano bir tür “keşfe davet” gibi, bazısı (“Kendi AVM’ni Kendin Yap” örneğinde olduğu gibi) izleyeni de alıyor içine ve keşfi eğlenceli bir oyuna dönüştürüyor. Sergi başlığından çok etkilenmiş olmalıyım ki ben önce mutluluk kavramının sorgulandığı “Komşunun Tavuğu” isimli panoya yöneldim. Mutluluğa yüklediğimiz sahip olma, zenginlik, statü gibi ön-koşullarının yanı sıra mutluluk-zaman ilişkisi ve hep bir sonraki ana ertelenen ya da farkında olmadan geçip giden haz üzerine, tek kelimeyle zihin açıcı sözlerin arasından Oruç Aruoba’ya hak vererek çıktım: “Karışık iştir mutluluk.”

Kente karışan değil, kentle yarışan binalar 

Karışık olmasına karışıktır da, bir tüketim nesnesi misali üretilebilir mi mutluluk? Serginin bir başka bölümünde Mimar Dr. Hakkı Yırtıcı’yla yapılan bir röportaj izlenebiliyor. “Çağdaş Kapitalizmin Mekânsal Örgütlenmesi” isimli bir kitabı da bulunan Hakkı Bey, İkinci Dünya Savaşı öncesi üretim üzerindeki vurgunun, savaş sonrası tüketime yoğunlaştığına ve fabrikaların üretimi örgütlemesi gibi alışveriş merkezlerinin de tüketimi örgütlediğine dikkat çekiyor. Bir fabrikada üretimin devir hızını artıracak geliştirmelere paralel biçimde AVM’lerin de tüketimi artırmak üzere tasarlandığını ifade eden Hakkı Bey, sokaklara yayılmış mağazaları ve insanları tek bir çatı altında toplamanın amacını bu şekilde açıklıyor.

Durup bir düşünelim: Yalnızca mağazalar mı? Sinema salonları, her çeşit mutfağı bulabileceğimiz restoranlar, defileden resim sergisine kültürel etkinlikler… Neredeyse bir kentte olması gereken her şey mevcut, değil mi? Serginin sorguladığı en önemli konulardan biri de bu: Kentle bütünleşen değil, adeta kente alternatif olan AVM’ler.

İnşa edildiği çevrenin mimarisine, yaşam koşullarına ve kültürüne uyum konusunda genellikle pek bir kaygı taşımayan iş ya da alışveriş merkezleri, başka birçok ülkede görüldüğü üzere kentin dışında değil, tam ortasına kuruluyor. Sonra da “kentten kaçış” sloganıyla kapılarını açıyor. İçinde yaşadığımız, nefes aldığımız sokaklardan kaçmak için fırsat kollamak yeterince acıklı değilmiş gibi, buna çözüm olarak ışıltılı vitrinlerle süslenmiş dev yapılar sunuluyor. Kimse sormuyor mudur kendine, “Ben de bu kentin bir insanıyım. Kaçılacak bir yere dönüşmesinde azıcık olsa da payım yok mudur? İyileşmesi için bir şey yapamaz mıyım,” diye? AVM inşaatları bitmediğine göre demek ki önemli bir grup insan sokaklardan haz almadan yaşıyor. Öyleymiş de... İnsanlar AVM’lerde kendilerini daha güvende hissediyorlarmış. Sakinlerinin ok ve tabelalarla tuvalete, restorana, danışmaya yönlendirildiği ve her kapıda en az bir güvenlik görevlisinin beklediği bu yeni “kentler”, bazıları için geçici de olsa bir mutluluk üretiyor olabilir.

Hakkı Yırtıcı’nın söylediği gibi “kente öykünen” ticari yapılar aslında tüm o meydanları, sokak gibi tasarlanmış koridorları, büyük saksılar içindeki ağaç taklidi çiçekleriyle tamamen önceden kurgulanmış, tesadüflere kapalı yerler. Reklam panoları tüketim hareketlerimizi yönlendirirken anonslar ne yapmamız gerektiğiniz söylüyor. Kameralardan sürekli kontrol ediliyoruz ki beklenmedik bir olay başımıza gelmesin. Şaşırmamız istenen şeylere şaşırıp bakmamız gereken yönlere bakarak, kendimizi “yormadan” kontrol altında geçsin vaktimiz. Stres, kargaşa ve tehlikeler sokakta kalsın.

Tüketim kültürünün gölgesinde mimarlık 

Sergi çerçevesinde bir de “Ticari Yapılar” adlı kapsamlı bir kitap yayımlandı ve satışa sunuldu. AVM’ler, ofisler, iş merkezleri gibi çeşitli ticari yapıların gelişimini mimari ve sosyolojik açıdan değerlendiren kitapta Doç.Dr. Celal Abdi Güzer’in şu cümlesi üzerinde düşünmeye değer: “Mimarlık, tarihi boyunca varsaydığı gibi dönüştürücü bir güç olmaktan çok, var olan dönüşümün meşrulaştırılma ortamı olduğu gerçeğiyle açıkça yüzleşiyor.” Yazı, mimari eserlerin –özellikle ticari yapılar düşünüldüğünde- tıpkı tüketim nesneleri gibi soyut kavramlarla ilişkilendirildiğine dikkat çekiyor. Süreklilik, kalıcılık, işlevsellik gibi kaygılar yerini “yenilikçi, fark yaratan, çarpıcı” gibi kavramlara bırakıyor.

Bu yazıyı okurken aklıma sergideki panolardan biri geldi. “Mimarın elinde kalan tek tasarım alanı da kayıp gittiğinde…” cümlesiyle sunulan panoda, başlangıçta mimarın özgürlük alanı sayılan giydirme cephenin reklamlarla donatılarak ticari bir mecra haline gelmesi eleştiriliyor. PAB ekibinden Pınar Gökbayrak, Ali Eray, Burçin Yıldırım ve Samim Magriso soruyor: “Dış mimarlık” bu mu? Belki gerçekten de “Yapılar artık kendilerini değil, markaları temsil ediyorlar.” Mimarlığın tüketim kültürüne hizmet eden bir araç haline gelmesi, serginin “Fabrika: Üretim Araçlarından Tüketim Araçlarına” başlıklı panosunda da çok iyi ifade ediliyor: “Tüketicilere de nasıl tüketeceklerini öğretmek için bir tüketim bandına ihtiyaç var. Ama bu sefer nesneler sabit, tüketiciler bantta hareket ediyor. Girişi, mağazaları, eğlence birimlerini, yemek katını ve hepsini birbirlerine bağlayan yürüyen merdivenleri öyle bir yerleştirelim ki herkes bant boyunca tüketsin.”


Bir kente sahip çıkmak... 

Ticari yapılar üzerine sergi, kitap ve panellerle tüm bir yıla yayılan Vitra Çağdaş Mimarlık Dizisi’nin bir sonraki konusunu çok merak ediyorum doğrusu. İçinde yaşadığımız, her gün girip çıktığımız yapılara eleştiren, sorgulayan bir gözle bakabilmek önemli. Tüketimin somut ihtiyaçlardan çok duygusal sebeplere dayandığı günümüzde, tartışmaya ticari yapılardan başlamanın ise son derece anlamlı olduğunu düşünüyorum. Belki böylece, bizim için tasarlanan “yaşam merkezlerinin” toplumla ilişkisini bir kez daha gözden geçirebiliriz. Yapay kentler yerine bizimle birlikte yaşayan kentimizi sahiplenir ve gelişimi üzerine söz sahibi olmak için harekete geçebiliriz. Mutluluk mu dediniz? Onu da kendimiz üretir, hep birlikte tüketiriz!

Not: Bu yazı, Home & Office Concept dergisinin Kasım sayısında yayımlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder