17.10.2014

metroda sabah

Bu sabah metro evsiz kokuyor. İçeri girer girmez burnuma doldu, tiksindim. Oysa tiksinince yüzüm buruşur, pudralı yanaklarımda istenmeyen çizgiler oluşur. Kem gözlerden kaçmaz bunlar, canım sıkılıyor. Üstüme siner mi acaba? Öyle berbat ki, öğlenleri gittiğimiz ucuz lokantadan bile beter. Madam Paulette yemekten her çıkışında ceketini koklar, sanki bütün ceketi burnuna çeker ve sonra, “Üf,” der, “gene koktuk.” Evet koktunuz Madam, her gelişinizde koktuğunuz kadar. Ağır et, yanmış yağ ve sarımsaklı yoğurt kokmak istemeyen girmesin, yolgeçen hanı değil ya. Böyle demez lokantanın sahibi, kolonya ikram eder, “Yine bekleriz.” Biz de yine geliriz.

Düşünceler sabah bulantısı, durdukça birikiyor. Madam’ın kemikli, küçük elleri sırtıma batıyor. “Ama dik durmalısın, Mörita! İyi bir imaj bırakmalısın.” Mörita değil Madam, Merita. Topuğunuz kadar sivri çenenizi biraz da buna yorsanız...

Gözlerimi kıstım, koyu kalabalıkta sıkıntının kaynağını aramaya başladım. Neye benziyor? Eski şehrin hayvan pazarı, yazlık evin rutubeti, köydeki tuvaletin açık kalan kapısı ve hayatım boyunca sayısız kez geçtiğim duvar dipleri, konser alanlarının, otobüs duraklarının, sonu olmayan sahillerin kuytu köşeleri. Gördüm. Orada, kalabalığın sessiz bir anlaşmayla, sanki gizli bir saygıyla aralandığı yerde. İyice sıkılıp da bir kenara atılmış yer bezi gibi koltuğa büzülmüş, dört kişilik alana kokusuyla yayılmış yatıyor. Üstündeki çöplü kazağı ensesinden başına kadar çekmiş, tozlu saçları yırtık yakasından dışarıya taşıyor. İçi geçmiş belli ama uyumuyor, ayakları kıpırdıyor. Yüzü kazağın içinde rüzgârdan çatlamıştır, burnu bizim sokağın evsizi gibi pancardır ve dişlerinin arasına tütün kaçmıştır. Teni küflenmiş ekmeğe benzer, böcekler bile yemez. Kokusuyla yatar, kokusuyla kalkar ve sonra burada, bizimle seyahat eder. Midem kalkıyor, bu böyle olmayacak. İlk durakta vagon değiştirmeli...

Öbürlerine bakıyorum, umurlarında değil ya da utanıyorlar. Biri ince telli perçemini alnına düşürmüş, düğme burnunu fularına gömmüş, parfümünü kokluyor. Mecbur, biz de kokluyoruz. Ötekinin elinde metro gazetesi, gözleri sabit. Eli boş kalan da var, yola azıksız çıkan, hazırlıksız yakalanan. Aklında üç beş şarkı, durak sayıyor. Bunlar asansörde de rahat etmezler. Bir de benim gibileri, tedirgin ev sahibinin utanmaz misafirleri. İçine kâğıt tıkılmış anahtar deliklerinden, duvar çatlaklarından, rögar kapaklarından içeri bakanlar, burunlarını şık caddelerin merdiven altlarına, kartpostalın görünmeyen tarafına, tezgâhın arkasına sokanlar. Bonjour’ların ve merci’lerin tombul kelebekler gibi uçuştuğu bir şehirde fütursuzca göz teması kuranlar.

Keşke yabancılar metroya hiç binmese, değil mi Madam? Siz de sevmezsiniz metroyu, bilirim. Her sabah daha gözünüz açılmadan sidik kokulu koridorlardan geçmek, banliyöden gelenlerin ellediği demir direkleri tutmak, nazik poponuzu onlarla aynı yere oturtmak hoşunuza gitmez. Yine de ütünüzü bozmaz, katlanırsınız. Başkası da görsün istemezsiniz. Bu kaba dünyanın narin çiçeği, muaşeret adabının eşsiz timsalidir Paris, kabarık etekleriyle bir kuğu gibi süzülürken fonda kremalı şansonlar çalar. Elbisesinin dantelli kollarıyla, boynundan sarkan mücevherleriyle, uzun takma kirpikleriyle övünürsünüz. Şarap rengi dudaklarını, peynir beyazı tenini anlatmaya doyamazsınız. Ama eğilip de eteğinin altına bakayım desem yüzünüz düşer, sivri dilim lafınızı keser. “Ah matmazel,” dersiniz, “çok üzgünüm ama bu mümkün değil!” Ah Paris, sen kurdeleli eteklerinle yerleri süpürürken bacaklarının arasında kolum kadar sıçanlar cirit atar. Altına da kaçırırsın, bilirim. Seine nehrinin kıyısından geçerken bir rüzgâr eser, istemesen de kokun sokaklara geçer. Mühim değil, seni böyle de severim ama onlar utanır.

Saint Lazare’da indim, metro da boşaldı, yan vagonda oturacak yer bile buldum. Baktım yedi durak var, ikişerden on dört dakika. Zaman nasıl geçer? Elim telefona gitti, caydım. Sonraki durakta kapı açıldı, üç çalgılı içeriye doluştu. Akordeon, saksafon, ne olduğunu çıkaramadığım zilli bir alet ve tasasız Balkan bakışları. İçim güldü, pis kokulu evsizi bile unuttum. Tam kapılıyordum ki durdum. Şu çekik gözlü dışında tempo tutan bile yok. Oysa iki, bilemedin üç durak sonra gidecekler, sabahınıza müzik katacaklar, neye ödünüz kopar ki böyle, düzeninizi mi bozacaklar? Çıkardım üç avro verdim, helal olsun. Dağınık bahçelerden kırmızı şarap, masa dolusu et ve ağız dolusu şarkılar getirdiniz. Sakin şehirlerin dobra sözlerini kibirli metromuza buyur ettiniz. Keşke arıza çıksaydı da kapalı kapıların ardında kalsaydık, gecikenlerin derdine inat daha çok çalsaydınız.

Kalabalıklaşınca ayağa kalktım, kalkmamla altımdaki oturak da kapandı. Dört durak kalmış, saatime baktım. Bugün bütün şehir üstüme geliyor. Fırsatım olsa bir saniye durmazdım. İnenlerin anısına bir şarkı mırıldandım, baktım yetmiyor... Dayanamadım, işi astım.

Bu öyküm Notos'un Ekim-Kasım 2010 sayısında yayımlanmıştı. Kahramanının aksine fırsatım olsa da bu şehirde yıllarca kalsam diye kalbimden geçmişti...

2 yorum:

  1. Kahramanın aksine ben de o şehirde uzun yıllar kalmak isterdim. Yine de kahramanıma ve yazarına Paris'i bu karamsar İstanbul sabahında karşıma çıkardığı için teşekkür ediyorum.

    YanıtlaSil